30 Eylül 2011 Cuma

Hayattaki Peloton Benzeri Şeyler

Bazen Esenler-Otogar arasındaki tek istasyonluk metro hattına binmem icap ediyor. Bu hatta sabit bir tren çalışıyor. Gelip istasyonda duruyor, kalabalığı alıp Otogar'a götürerek Havaalanı-Aksaray metro hattında yolculuğa devam etmelerini sağlıyor.

Esenler istasyonundaki bu tren, giriş turnikelerinde Akbil basan yolcuların yaklaşık 50m uzağında bekler halde göz önünde duruyor. Ne zaman hareket edeceği belli olmadığı için ister istemez insanı telaşa sokuyor bu görüntü. Eğer aceleniz var ve treni kaçırmak istemiyorsanız aradaki mesafeyi koşma ihtiyacı hissediyorsunuz. Zira her an vagonların kapıları kapanıp tren harekete geçebilir ve bir sonraki treni beklemek zorunda kalırsınız.


Sağdaki modern giriş henüz kullanılmayan seçim yatırımı, soldaki insanların yukarı doğru yürüdüğü yer sözünü ettiğimiz

Gelgelelim, turnikelerle tren arasında önünüzde başka yolcular var ise, hatta bu yolcular bir kuyruk gibi trene kadar 3-5 metrelik aralıklarla dizilmişlerse, aslında çok da depar atmaya gerek kalmıyor; sadece çok ağır davranmayıp öndekiyle aranızı açmamanız yeterli. Çünkü gelen yolcu varsa vagon kapıları hemen kapanmıyor; ne zaman ki yürüyen yolcular arasında belli bir mesafe oluşuyor, görevliler o sırada vagon kapılarını tehlikesizce kapatabiliyorlar.

Bana göre bu peloton benzeri bir gerçek hayat durumu. Kısaca hatırlamak gerekirse, bir yol bisikleti yarışında peloton (tabii peloton yerine belli bir bisikletçi grubu demek teknik olarak daha doğru) halinde finişe varıldığında aradaki mesafe ne olursa olsun tüm bisikletçiler aynı zamanda bitirmiş sayılıyorlar. Bizim metro örneğinde de, sürüden ayrılmadığınız sürece, ne kadar geride kalırsanız kalın, aynı trene binmiş oluyorsunuz. Elbette trene önde varanlar oturma yerlerini kapmış oluyorlar, bu kişilere de sprinter denebilir. Ama trene yetişebilmek için illa depar atmak gerekmediğini billmek bisiklet yarışlarından anlamanın ne kadar önemli olduğunu gösteriyor (yok artık!).

Bu finişte arkadakilerin nasıl sakin geldiğine dikkat buyurunuz

Yol bisikleti yarışlarında, çoğunlukla sporcular toplu halde bulunurlar. Bu gruptan ne zaman ve nasıl ayrılmak gerektiği ve ayrılabilme kabiliyeti/kuvveti önemlidir elbette. Diğer sporlarda ise yarışçılar takımlar halinde olsalar da, genelde kurallar ve şartlar gereği ayrı durmak zorundadırlar. Bunun genel sebebi oyun alanının görece genişliğidir. Görece diyorum, aslında 200 kmlik bir etabın kapladığı alan daha fazladır, ama pratikte yarış sahası aslında o an yoldaki şeridin genişliğinden ibarettir.


Futbolda sporcuların toplu durduğu durumlardan biri frikiklere karşı kurulan "baraj"dır.
Genişlik önemlidir, çünkü toplu olarak durmak genelde avantaj sağlamaz. Sahaya yayılmak hızı insanlardan çok daha fazla olan topa yakın olabilmek ve ona geçecek yer bırakmamak için gereklidir (favori bisiklet takımının peloton önüne gelip yol genişliğince yayılarak yolu kapatmasını da benzetebiliriz). Yine de toplu durulan anlar vardır. Futbolda frikik kullanılırken baraj kurmak, kornerlerde ceza sahasını kalabalıklaştırmak gibi. Bu durumların "duran top" diye ifade edildiği, yani topun hızının sıfır olduğu durumlar olması tesadüf değildir.

Amerikan futbolunda oyunun başlangıç anında, yani top dururken hücum ve defans hatları oldukça kalabalık halde bir arada bulunurlar. Tabii oyun başladıktan kısa bir süre itişme sonrasında oyuncular sahaya yayılırlar.


Beyzbol ve kriket gibi oyunlarda ise topun hızı oldukça yüksek hızlara ulaştığından ve top yere düşmeden tutmak elzem olduğundan (ayrıca sahalar da oldukça büyük olduğu için) oyuncular sahaya alabildiğine yayılırlar.

Kriket sahasına yayılmış oyuncular
Ama bazen krikette bile oyuncular taktik gereği belli bir yere toplanabilirler.

Slip kordonu

Bu aşamada spordan daha "ciddi" konulara geçebiliriz. Pelotona benzer şekilde rüzgardan korunma avantajı sağlayan çeşitli gerçek hayat durumları vardır. Örneğin uzun mesafelere göç eden kuşlar hava koşullarına göre değişik formasyonlarda uçup toplu olarak enerji tasarrufu yaparlar:

Uzun yolda giderken askeri araç konvoylarına rastlamışsınızdır. Bazen onlarca araç ardarda sıralanmış şekilde düzenli olarak giderler. Bu, askeri disiplin gereği olduğu kadar, araçların birbirinin rüzgarını kesmesi sayesinde yakıt tasarrufu da sağlar.


Nascar'daki Daytona ve Talladega gibi büyük ve "restrictor plate" pistlerinde gaz pedalına basma eşiği sınırlanmış olduğundan arabalar hep beraber giderler ve drafting sebebiyle beraber giden arabalar tek başına kalan arabadan daha yüksek bir ortalama hıza ulaşırlar. Bu açıdan NASCAR da bisiklet yarışlarına benzer (Aaa, hani sporu bitirmiştik. Neyse :)).


Savaşlarda kullanılan en eski tekniklerden biri falanks tekniğidir. Eski Yunan zamanlarında bulunan bu teknikle ordudaki savaşçılar yanyana ve ardarda sıkı sıkıya yanyana dururlar. Elbette en güçlüler en önde dururlar ve iki ordu savaş meydanında karşılaşıp birbirini ittirerek savaşı kazanmaya çalışırlar.

Falanks formasyonunda karşı karşıya gelen iki ordu

Bildiğimiz gibi Peloton'da en önde giden bisikletçi tüm rüzgarı göğüsler ve arkadakilerden daha fazla yorulur. Benzer durum iş dünyasında da geçerlidir. Yenilikleri ilk yapan firmalar, her ne kadar ilk olmanın avantajını elde etseler de, sonuçta yeniliğin risklerini de ilk göğüsleyen firma olurlar. Bu firmaları takip edip, yeni çıkan ürünleri izleyip, başarılı başarısız durumları iyi gözlemleyen firmalar ile ilk hareket edenin yaptığı hataları yapmayıp daha başarılı olabilirler. Ya da, en azından ilk yenilik çıkarmanın zahmetine girmemek de bir enerji tasarrufu sayılabilir.

Çok kişinin çalıştığı büyük işyerlerinde  yükselmenin en kolay yolu, seviye olarak daha yukarıda olan birinin dostluğunu ve/veya güvenini kazanmaktır. Böylece o yükseldikçe (rüzgarı önde göğüslemek de denebilir buna) altındaki dostları da yükselterek (daha kibar deyişle, uyumlu çalışabileceği kendi kadrosunu oluşturarak) bir nevi peloton benzeri kariyer rekabeti oluşur.

Hatta bir de sosyal sonuç çıkarılabilir pelotondan. Toplum (yada topluluk) ortak bir amaç için beraber çalışırlarsa hedefe daha çabuk varırlar.

Matematik ve oyun teorisine de başka bir yazıda gireriz...

23 Eylül 2011 Cuma

Guggenheim Bahane, Vuelta Şahane... -2-



Bilbao'da bir etap başlangıcı



Cumartesi sabah, etabın başlangıcını görmek üzere Euskalduna köprüsünün altındaki eski doklara gidiyoruz. Hava yine sıcak. Etrafımız, her tür bisikletle start alanına doğru giden insanla dolu. Biz alana yaklaşırken takım otobüs ve arabaları da geliyorlar. Giriş çıkış kısıtlı olur diye korkuyordum ama VIP’lere ayırdıkları (ve yarışsevere hitap eden hiçbir şeyin olmadığı) bölge dışında her yer halka açık. Otobüsler koca park alanına karşılıklı olarak yanaşıyorlar. Arabalar da etraflarına yerleşiyorlar. Team Sky otobüsünün önünde Bradley Wiggins oturuyor. Yüzü yorgun ve düşünceli. Bir an için Wiggo’nun yaşlanınca neye benzeyeceğini yüzünde çok net görüyorum. Alt dudağı sarkacak, burnu büyüyecek, kilo alsa da ince uzun ve yere dönük bir yüzü olacak. Sonra otobüs gidiyor.




Öndeki arkadaşın tişörtü çok havalı


Deniz’le, koca bir oyuncak dükkanında nereye saldıracağına karar veremeyen çocuklar gibiyiz. Bir o otobüse bir diğerine koşturuyoruz. Halk Euskaltel otobüsünü çevrelemiş, o taraf bir turuncu yumağı. Biz daha Anglosakson takımları yeğliyoruz. Sky, Garmin, Radio Shack… Ama otobüsler park eder etmez, soigneurler perdeleri çekip, değerli yolcularını gözlerden saklıyorlar. Sky’in Pinarello bisikletlerine yakından bakmak, jantlarını, SRM güç ölçerlerini seyretmek nefesimi kesiyor. Ekip elemanları yavaş yavaş bariyer bantlarını çekip yarışçıların bisikletlerini dizmeye başlıyorlar. Her biri 6-7000 avroluk makinelere bu derece yakın olmak kendimi çok özel hissetmeme neden oluyor.

Team Sky Pinarello Dogma 60.1...

Ara ara bir iki yarışçı otobüsten inip tekrar içeri giriyorlar ama bunlar domestik tayfa. Bunca yıldır TV’de yarış anlatmama karşın, kasksız ve gözlüksüzken hiçbirini direk tanıyamamak beni şok ediyor, utanıyorum. Sepp Vanmarcke’yi Johann van Summeren sanıp fırçayı yiyorum. Andreas Klöden zannedip peşinden koştuğum RSH’li Markel Irizar çıkıyor, onu da “Markel!!” bağırışlarından anlıyorum (yarım saat sonra Irizar’ı startta yine Klöden sanıyorum, kafayı yiyecem!!!). Sonunda “Aaaa, Xandio!!” diye bağırışım yerini buluyor, Tanrı Sky mayosunu tasarlayandan razı olsun, hepsinin adı mayolarında yazıyor. Bu başarıdan sonra kimin kim olduğunu soruşturmayı bırakıyorum, Liquigas otobüsünün yanına konuşlanıp Cannondale Super Evo ve Super Six’leri seyrediyorum.

Sagan'a ait Cannondale'in gidon boğazına tikkat!!


Bu arada karşıda bir kalabalık hoplayıp zıplıyor. Yaklaşınca Sky otobüsünün yanında matara kapışı yapıldığını görüp sinir oluyorum. Soigneurlerden biri havaya yeşil renkli makaraları atıyor, ahali de hoplaya zıplaya bunları kapmaya çalışıyor.

Kapıış??!

Ribaunt mücadelesine girmeye gururum elvermiyor ama içimdeki çocuk/koleksiyoncu/özenti insan seken mataralardan birinin kucağına düşmesini istemiyor değil. Sonunda bir kıçı kırık matara için alçalmak istemediğimi düşünüp uzaklaşıyorum (ama, yaklaşık 4 saat sonra, başımın arkasına ve yükseğe doğru atılmış bir dandik şapkayı Mirsad Türkcan’ı kıskandıracak şekilde zıplayıp yakalayacağım!).

Rabobank'ın minimum 58 kadro Giantlar'i

Bisikletin üstünde dev gibi gözüken adamlar, vücutlarının o mütemmim cüzünden uzaktayken, küçücük adamlar olup çıkıyorlar. Bu beni hep şaşırtıyor. Sadece Van Summeren (sonunda gerçeğini gördüm) hakikaten çok uzun boylu. Bisikletinin sele borusu bayrak direği gibi. Liquigas’ın tüm İtalyanlar’ı sıskacık çocuklar. Fakat seleye oturdukları anda sanki bir sihir oluyor, o tıfıl çocukların hepsi yine koca koca adamlara, yetişkin insanlara dönüşüp dünyanın en zor sporunu yapmak için uzaklaşıyorlar.

Igor Anton ve etraftaki turuncu yumağı

Deniz bir önceki gün çektiği Vuelta + Guggenheim resimlerinden pek tatmin olmadığı için starttan 20 dakika önce yine meşhur köprüye doğru yollanıyor. Şansını bir kez daha deneyecek ama gerçek Nikon’u evde bırakıp benim dandik aletle geldiğimizden şansı az. Ben Javier Gullien’in arkasından start noktasına gidiyorum. Kendime gayet uygun bir yer seçip sporcuların gelişini bekliyorum.

Sıra sıra geliyorlar. Kırmızı mayosuyla Juan Jose Cobo, yeşil mayosuyla da Rodriguez gelip öndeki yerlerini alıyorlar. Tarihte Cobo kadar kask yakışmayan bir bisikletçi oldu mu acaba? Bu kadar kötü görünebilir bir insan. 2008’de Antalya’da tanışmıştık. O zamanlar Saunier Duval forması vardı üstünde, şakacı rahat bir hali vardı. Bu defa biraz daha düşünceli. Moncoutie ortalarda yok.

2011 Vuelta'nın sürprizi elbette Juan Jose Cobo oldu...

Nibali’yi de tüm çabama karşın seçemiyorum. Basklı bir dansör hafif “yumuşak” ama akrobatik bir yerel dansı yaptıktan sonra şehrin kodamanlarına yine bir sürü plaket veriliyor ve yarış başlıyor. Herkes gittikten 30 saniye sonra Chris Froome da start çizgisini geçip gidiyor. Tüm takım arabaları ve otobüsler hareket ederken ben de Deniz’le buluşmak üzere otele doğru yürümeye başlıyorum. Urkiola’ya yola çıkacağız.






22 Eylül 2011 Perşembe

Guggenheim Bahane, Vuelta Şahane... -1-







(Bu yazı serisinin bir bölümü Bilbao’da, gerisi İstanbul’da yazıldı-SG)



Noja-Bilbao



Bilbao’dayız. Yıllardır hep gelmek istedik, olmadı. Geçen sene Tourmalet’yle beraber görelim diye düşünmüştük ama beceremedik. Şehrin kendisi zaten sapa bir coğrafyada, “geçerken uğradım” demek zor. Pireneler’i aşıp gelmek lazımdı ama Oscar Lapize’deki sebatın %10’u bizde olmadığından başka bir bahara bırakmıştık. Ama 33 yıl aradan sonra La Vuelta Bilbao’ya tekrar uğramaya karar verince bizim için de yıldızlar sıraya girmiş oldu. Vuelta ve Bilbao 1978’e kadar uzun yıllar elele kolkola olmuşlar ama o yıldan beri ETA’nın tehditleri nedeniyle yarış Bask Ülkesi’nden geçmiyordu. ETA’nın koşulsuz silah bırakma kararı sonrası organizasyon ve Bask hükümeti yarışın eski merkezine geri dönmesinde anlaştılar. Böylece parkurun 3 günü Bask topraklarından geçecek şekilde düzenlendi.

Guggenheim Müzesi ve önde Louise Bourgeois'nin devasa heykeli "Maman" (Anne)

Karım, baba mesleğini seçmemiş olmanın kefaretini, mimariye ve resme düşkünlükle ödüyor. Ben de ruhunun bir bölümünü bisiklet yarışları için şeytana satmış biriyim. Bu amaçla zaman ve para harcamayı, yol tepmeyi, saatlerce beklemeyi seviyorum. Bunca yıllık beraberliğin sonunda benim tutkum Deniz’e, onun mimari ve estetik sevgisi de bana bulaştı artık. Bilbao’da La Vuelta ve Frank Gehry’nin buluşmasına tanıklık etmeye geldik. 1980’lerde ekonomisi bozulup, ciddi nüfus kaybetmeye başlayan Bilbao, yeni bir müzenin etrafında kenti yeniden tanımlayan akıllı insanların şehri. Çılgın bir mimara müze yaptırıp şehrin kaderini değiştirmeyi hangi ortak zeka akıl edebildi acaba? Bu değişimin öyküsünü mutlaka bulup okumam gerek. Otelimiz müzeye 200 metre. Yazarken kafamı çevirdiğimde, pencereden, geometrik bir tarifi olmayan tuhaf binayı seyredebiliyorum. Herkes gemiye benzetiyor ama bana dalgalar ve akarken bir anda donmuş cam formalarını düşündürüyor. Titanyum paneller gün boyu ışığı her türlü kullandığından olsa gerek, binanın gece ışıklandırmasını abartmamışlar. Sade, alçakgönüllü. Gün boyu parıl parıl parlayan bina gece makyajını siliyor sanki. Hem kendine hem Bilbaolular’a bir nefes alma olanağı veriyor bence.

Otel penceresinden gece vakti Guggenheim


Hızlı geçen Şeker Bayramı haftası, valiz hazırlamayı bile son saatlere bıraktırdığından, 1-2 saatlik uykuyla geldik Bilbao’ya. İlk gün, enerjimiz bitmeden Guggenheim Müzesi’ni dört saat gezdik. Müzelerdeki klasik yanlışımı bu defa yapmadım. Genelde giriş katlarında çok zaman harcayıp kondisyonumu tüketir, en güzel eserlere geldiğimde bel ağrısı ve yorgunlukla pes ederim. Bu defa doğrudan üçüncü kata, en görmek istediğim sergi olan “Painterly Abstraction”a çıktık. 1949-69 arasında, çoğu Peggy Guggenheim’ın kendi koleksiyonu olan soyut dışavurumculuk örneklerini gördük, hayran olduk. Yaşamımda ilk defa bir “Jackson Pollock” gördüm, batı resminde pek adları anılmasa da Çinli ve Japon dışavurumcuların ne kadar güzel şeyler yapmış olduklarını fark ettim. En sevdiğim, kendime en yakın gelen resim akımının adının da “soyut dışavurumculuk” olduğunu bu sayede öğrenmiş oldum. Bazı şeyleri adını bilmeden de severiz netekim.

Bask Ülkesi’ndeki son 2 günümüzü La Vuelta’ya ayırdık. Aslında 3 etap seyretmeyi planlamıştık. Ancak San Sebastian, Biarritz, Hondarribia, St. Jean de Luz gibi şehirlerin güzellikleri, günde yaklaşık 8-9 saat yürümek, tadımlık güzel pintxoslar ve yanında götürdüğümüz Txakoli (Txakolin miydi yoksa?) şarabı benim bile azmimi törpüledi. Hedonizm ve yorgunluğa yenik düştük, Noja’daki 18. Etap finişine gitmekten vazgeçtik. Yeni karar Noja-Bilbao etabını Bilbao’da karşılamak, ertesi gün de, pelotonu yolcu ettikten sonra arabaya atlayıp yakındaki Urkiola’ya giderek yokuşta onları tekrar yakalamak. Urkiola bizi heyecanlandırıyor. İlk kez gerçek bir yokuş seyredeceğiz. Aslında Klasikler’in Cauberg ve Kappelmuur gibi meşhur yokuşlarını gördük ama onlar birer kilometre uzunluğundaydı sadece. Urkiola hem 6 km’lik bir Kat.1, hem de yarışın son yokuşu. La Vuelta a Espana’nın son yokuşunu seyretme şerefini haiz olacağız. Tırmanış sonrası Vitoria’daki finişe daha bir 50 km var, o yüzden klasmanı etkilemesi beklenmeyen bir yokuş olacak Urkiola ama, daha önce böyle bir deneyim yaşamadığımızdan merak ediyoruz. Hatta Vitoria’daki finişi yakalamayı bile umuyoruz. Aynı günde 3 ayrı yerde etap izlemeye kalkışmak! Cahil cesareti işte (burada vurgu “cahil”e).


San Sebastian'daki her Orbea hayalinizdeki bisiklet olmayabilir



Bilbao’daki etabın parkurunu önceki akşam otelde sıkıca çalıştık. Kafile Noja’dan gelecek, şehrin içinden geçecek ve 8-9 km ötedeki El Vivero yokuşu çıkılacak. Aynı parkur bir kez daha geçildikten sonra şehrin en büyük caddesi Gran Via Don Haro’da finiş yapılacak. İspanya’ya gelmeden yaptığım incelemede yarışı El Vivero’da seyretmeyi planlamıştım. Ama şehirden 3 kez geçecek olmaları ve Guggenheim’in güzelliği planımızı değiştirmeye zorladı. Bisikletçileri bu harikulade binanın önünden geçerken görüp resimleme fikri daha heyecan vericiydi.

Deniz’le uzun süre nereden seyretmemiz gerektiğini konuşuyoruz. Uzun pazarlıklar sonucu (onun önceliği estetik, benimki sportif olduğu için itişiyoruz) Guggenheim’da iki açı ve Don Haro’da karar kılıyoruz. Geldiğimiz gün 19-20 oC olan sıcaklık yarış günü +35 oC’e kadar çıkıyor. Çok sıcak ve yaprak kımıldamıyor. Bütün sabah güneş altında yer arıyoruz. Sonunda sprint finişin çok kalabalık olacağına karar verip Don Haro’dan vazgeçiyoruz. İlk geçişte Euskalduna köprüsü, diğer iki geçişte de Salve Köprüsü’nde durma kararı alıyoruz. Bu arada Amstel Gold’da zengin ettiğimiz bisiklet mayosu satıcısı Mia, Bilbao’da da dükkanı kurmuş. Onunla sohbete dalıyoruz. İki kadın, sayemizde aldıkları minibüsle ta Oostende’den buralara gelmişler. 3 haftadır Vuelta’yı kovalıyorlar, daha önce de Temmuz ayını Fransa Turu’nun peşinde geçirmişler. Onları ToT’a da davet ediyoruz (zaten TBF de çağırmış), İstanbul’a gelirlerse bayağı mal satabileceklerini söylüyorum. Ama forma fiyatlarının Türkler’e pahalı gelip gelmeyeceğinden emin değiller. Gittikleri yerde satışların çoğunu turistlere yaptıklarını söylüyor. Biraz şaşırıyorum buna ama sonuçta cüzdanı (takımın adının değişmesi şerefine) bir Leopard Trek mayosu ve bir Garmin şapkası şerefine boşaltıyorum. Mia “turiste satış” konusunda haklı çıkıyor!



Mia'nın dükkanı

Hava çok sıcak… Yine su içmeyi unuttuk ve fotoğraf çekeceğiz diye durduğumuz yer güneşin altı. Kendi kendime pelotonun gelişine daha çok olduğunu söylesem de Deniz’in heyecanı bulaşıyor, gölgeden çıkıp sokağın kenarında kafileyi beklemeye başlıyorum. Elbette gelmiyorlar. Her defasında “helikopter”i atlıyorum. TV’nin verdiği yarışlarda helikopter tepenize gelmeden yerinizden kıpırdamayın. Ne zaman helikopterin uğultusu en üst noktaya çıkar, 5 dakika içinde elemanlar karşıdan gözükür. Her seyrettiğim yarışta bunu unuttuğum için bir gün sıcaktan bayılıp kalacağım.


Kaçaklar geliyor


Herbirinin geçişinde heveslendiğimiz 88 tane basın/organizasyon/VIP arabasından sonra 3 kişilik kaçış grubu polis motosikletinin arkasından gözüküyor. Bir Euskaltel, bir Astana ve bir de Movistar sporcusu seçiyorum. Etraf yıkılıyor. Öndeki Euskaltelli Igor Anton’muş. Genel Klasman şansını daha ilk hafta yitiren Igor kendi şehrine gelen etabı almaya kararlı gibi. Ama daha 2 yokuş var. Kaçakların arkasından Liquigas ve Sky takımları geçiyorlar. Ben Baskçasını bilmesem de hepsine İspanyolca “Venga! Venga!” diye bağırıyorum: “Hadi!Hadi!” Deniz bu özenti halime uyuz oluyor ama yerel racona uymak gerek bayan!! Kafile geçtikten sonra hızlı bir yürüyüşle Salve Köprüsü’ne yollanıyoruz. Sabah, iki nokta arasını kaç dakikada yürüdüğümüzü ölçmüştük, rahat rahat yetişecek vakit olmasına rağmen telaştan neredeyse koşturuyoruz. Guggenheim Müzesi’nin tam karşısına konuşlanıyoruz (doğru açıyı 2 gündür test ediyorduk). Ben bulunduğumuz noktayı sportif açıdan beğenmiyorum ve Deniz’den uzak, yarışçılara yakın bir noktaya yerleşiyorum. Güneş altında bir 20 dakika daha bekledikten sonra kaçış 2 kişiye düşmüş olarak geliyor (Igor Anton ve Marzio Bruseghin). Peloton da yokuştan dolayı parçalara bölünmüş olarak arkadan geliyor. Kaçakların oldukça şanslı olduklarını düşünüyorum.






Tekrar önümüzden geçmeleri için bir yarım saat var. Benim pilim bitmek üzere. Fakat Deniz, kadınlara özgü, dayanıklı ve vazifeperver haliyle hala açı arıyor, polisi önünden çekilmeye ikna ediyor. Yakında bir yerden su ve kola almak için seyirtiyorum. Bir kafenin önünden geçerken içerisinin tıklım tıklım TV’den yarış seyredenlerle dolu olduğunu görünce bir kez daha kafamı taşlara vuruyorum. Yarış seyretme konusundaki acemiliğimin sonu yok. E be akılsız adam! Parkur üstünde bir bara yanla, suyunu, biranı yudumla, pintxosunu ye, mahaleliyle “Ya ne olacak bu Basklar’ın hali?” muhabbeti yap. Yarış gelirken de çık sokağa “Venga Venga!” diye bağır di mi? Beş ay önce aynı bu şekilde seyretmedin mi Milano-SanRemo’yu?? Laz fıkrasındaki gibi “Ha bu bana ders olsun da!”

Acar muhabir

Su ve gerekli malzemeyle Deniz’in yanına dönüp Igor Anton’un solo etap zaferini finişe 1500mt kala görüntüledikten sonra karımla her yolculuktaki olağan kavgamızı edip rahatlıyoruz. Hayatımı kurtarıp moralimi düzelten şey, susuzluktan lıkır lıkır içtiğim yarım kilo cin tonik ve El Globo barının pintxosları oluyor…


















Ayılara Bahaneler

Chicago Bears 2011 NFL sezonuna çok zor bir fikstürle başladı. İlk hafta sahasında geçen senenin normal sezonunu 13-3 ile bitirip playoff'da şampiyon Green Bay Packers'a elenmiş Atlanta Falcons, ikinci hafta deplasmanda Atlanta ile aynı grupta olup 11-6 ile grubunu ikinci bitimesine rağmen wild card ile playoff'a kalan New Orleans Saints, üçüncü hafta ise ezeli rakip ve geçen senenin şampiyonu Green Bay Packers rakipleri idi.

Bears ilk maçında Atlanta Falcons'u 30-12 ile adeta dağıtarak sezona çok iyi başlangıç yaptı. Ancak ikinci maçta kendisi dağıldı ve Saints'e 30-13 mağlup oldu. Şimdi bu yenilgiye bahaneler arayacağız; esinlenmemizi ESPN'de yayınlanan bu yazıdan aldık.

Bu sezonun ilk 2 haftası paslar açısından oldukça bereketli başladı. Geçen sezon pasların yard ortalamasında ilk sıradaki takım olan San Diego Chargers 13.2 iken 10. sıradaki Philadelphia Eagles 12.1 idi. Bu sezon ise birinci Carolina Panthers (bunlar da 4. haftadaki rakibimiz, eyvah!) 16.4 ile birinciyken, 10. sıradaki Pittsburgh Steelers 13.2 ile geçen sezonun en iyi pas yapan takımı ile aynı ortalamaya sahip.
TE Manning 31 yardalık tutuşunu yaparken

İkinci paragrafta linkini verdiğimiz yazıya göre bunun sebebi lokavt. Bilmeyenler için hatırlatalım, NFL'de de aynı NBA gibi oyuncular ile takımlar arasında anlaşmazlıklar oldu ve sezon arasında lokavt oldu. Gelgelelim sezon başlamadan anlaşmaya varıldı ve sezon zamanında başlayabildi. En azından normal seyirci için öyle oldu, ama bu arada sezon öncesi kampları bayağı kaynadı.

Gerçi sezonun açılışı olan New Orleans Saints - Green Bay Packers maçında, lokavta rağmen oyuncularını kendi insiyatifiyle kampa çağıran QB Drew Bees'in takımı Saints kaybetmiş, kamp falan yapmayan Packers kazanmıştı. Maçı kazanan Packers QB Aaron Rodgers "İyi bir başlangıç yaptık. Bir de kamp organize etseydik nice olurdu" diyerek yarı şaka yarı ciddi mesaj da vermişti.
QB Jay Cutler (ezilmiş durumda olan) 6. defa sack edilirken

Lokavt sonucu sezon öncesi kampların kaynamasının pas ve skor bolluğuna katkısı şu (en azından esinlendiğimiz yazıya göre): Defansın arkasında yer alan S ve CB'lerin kampa daha çok ihtiyacı var, zira karşı tarafın planını devamlı tahmin etme durumunda olan bu oyuncuların (defensive backs) uyumu çok önemli, bu da uzun süreli antrenmanlarla sağlanabilir. Receiver'ların ise işi nisbeten daha kolay, kendisine çizilen oyunu uygulayacak, başka işi yok, diğer receiverlarla da koordineli çalışmasına gerek yok. Pas yakalama bireysel bir iş.

İşte tam bu yüzden S ve CB'ler çok hata yapıp WR'leri kaçırdıkları için uzun paslar ve bol skor mümkün oldu; en azından ilk iki hafta itibariyle.
Olin Kreutz hayatında ilk defa Bears'ın rakibi idi


Sadede gelirsek, Bears da bu sebepten rakibine 264 yarda pas ve 3 pas TD fırsatı verdi. Peki kendisi niye aynısını yapamadı? Zira QB Jay Cutler 6 sack ve sayısız pas sonrası darbelerden boşa kaçan receiver'ları görmeye fırsat bulamadı. Tabii burada şanssızlık da var; zaten iyi olmayan hücum hattı bu sezona 4 yeni oyuncu ile başlamıştı (C Olin Kreutz'un gidişini geçen yazımızda anlatmıştık) Bu maç öncesi de iki G'dan biri olan Lance Louis zaten sakattı, diğer G Gabe Carimi de sakatlanınca hücum hattında işler iyice sarpa sardı, kampsızlık avantajından faydalanılamadı. Son olarak Martz'ın 45 pas oyununa karşı sadece 12 koşu oyunu denemesi ve haftaiçi LB Brian Urlacher'ın annesinin vefat etmesi de anılması gereken mühim faktörler idi.

8 Eylül 2011 Perşembe

Chicago Bears Emektarları ile Yollarını Ayırdı

NFL 2011 sezonu bu haftasonu başlıyor. Biraz gecikerek de olsa, tuttuğum takım olan Chicago Bears'ın sezon öncesi durumunu yazmak isterdim, ama zamanım yetmeyecek. O yüzden Bears'ın iki önemli (ama belki de artık gerekli) oyuncu kaybından bahsetmek istiyorum.

Beklenmedik şekilde başarılı 2010 sezonu sonrası Chicago Bears'ın baş koçu Lovie Smith, ünlü hücum takımı koçu Mike Martz, QB Jay Cutler gibi medyatik temel direkleri yerinde kaldı. Ancak takımın en eski iki oyuncusu ile yollar ayrıldı: Center Olin Kreutz ile punter Brad Maynard.

Olin Kreutz

Center (C) pozisyonundaki oyuncu, her hücum başlangıcında topu bacaklarının arasından geçirerek topu QB'e veren oyuncudur. Ama C'nin işi burada bitmez, hatta yeni başlar. Hücum takımının topla çok ender durumlar dışında topla oynamasına izin verilmeyen 5 kişilik hücum hattının cengaverlerinin ortasında yer alır ve doğal lideridir. Ortada yer alması münasebetiyle oyunu daha iyi okur ve arkadaşlarını uyarır.

Olin Kreutz

İşte bu pozisyonda yer alan Olin Kreutz 1998 yılında Bears tarafından draft edildi ve 13 sezon hizmet verdi. Bu esnada 6 kere Pro Bowl'a seçildi (bir nevi all-star), 4 kere de All-Pro seçildi; yani pozisyonunda en iyi oyuncu olarak kabul edildi.

34 yaşındaki Kreutz bu sezon öncesi Bears'ın önerdiği 1 senelik 3 milyon dolarlık teklifi kabul etmedi ve New Orleans Saints'e transfer oldu. Takımın liderlerinden biri olduğu için (diğeri savunma takımından Brian Urlacher) takım arkadaşları bir hayli üzüldü. Örneğin Anthony Adams "bir veya birden fazla kırık kemikle oynayabilen tanıdığım tek kişi", Chris Harris "7 senelik kariyerimde birlikte oynadığım en sert oyuncu. NOKTA" derken (bunlar defansif takım oyuncuları ve antrenmanlarda Kreutz ile karşı karşıya geliyorlar doğal olarak), hücum hattında arkadaşı Roberto Garza ise "Bir Şikago Ayısı'nın olması gereken kişi" diye eklemiş.

Gidişine sayısal bir sebep bulmak istersek, öncelikle yaşı diyebiliriz.Hücum hattı oyuncularını tek tek sayı ile değerlendiremeyiz, ancak bütün halinde bakarsak işlerinden biri QB'yi korumak olduğundan (diğeri pas oyununda yer açmak) sack sayısına bakılabilir. Bears'ın geçen sene tam 56 sack'e izin vererek NFL'de sonuncu olması bir sebep olabilir. Zaten bu sezon geçen sezon takımın en zayıf halkası olarak gösterilen 5 kişilik hücum hattının 4 kişisi birden değişti.

Brad Maynard

Bir Amerikan Futbolu takımı hücumda 4 denemede 10 yardayı geçmek zorundadır, aksi halde hücum hakkı karşı takıma geçer. Ama çoğu zaman 3 denemede 10 yarda ilerlenememişse, çok egzantrik durumlar dışında son deneme normal hücumla yapılmaz. Eğer saha pozisyonu rakibin end-zone'una yakınsa Field Goal denemesi ile (FG vuran oyuncular farklıdır) 3 sayıya razı olunur. Daha uzaktaysa top punt ile (aslında bizim futboldan bildiğimiz degaj bu) ayakla uzağa atılarak rakip takıma verilir. Böylece en azından top kaybedilmiş olsa bile saha pozisyonu açısından kayıp büyük olmaz.

Brad Maynard aksiyon halindeyken

İşte punter Brad Maynard sadece bu iş için istihdam edilen oyunculardan en iyilerinden biridir. Bu pozisyon için çoğu zaman Aussie Rules Football oyuncuları transfer edilse de, Maynard ABD'indendir. 2001'de Chicago Bears'a geldi ve Bears'ın özel takımlarının başarısında önemli hissesi olan bir oyuncu oldu.

Bir punter'ın başarısı derken ne kastedilir? Öncelikle akla gelen vuruşun uzaklığı olur. İkincisi ise topun havada kalma süresidir, zira top havada ne kadar kalırsa takım arkadaşları o kadar uzun zaman rakibin dönüşünü durdurmak üzere ileri doğru koşabilirler. Son olarak da topun düştüğü yer ne kadar karşılayıcıdan uzak olursa o kadar avantajlı olur.

Brad Maynard ayrıca bazen hileli oyunlar uygulayabilmesiyle tanınıyor. Kariyerinde punt yapacakmış gibi yapıp verdiği 2 TD pası var. Ayrıca toplam 13 kere de punt return yapan oyuncuyu tackle'lamışlığı var.

Peki Maynard neden ayrılmış olabilir? İlk söylenen yaşının ilerlediği ve artık Chicago'nun yaman iklimi dolayısıyla sertleşen Soldier Field zemininde yeterince performans göstermeyeceği. Sayılar da bunu doğruluyor gibi: Örneğin vuruş uzaklık ortalaması bu sezon 40.1 yarda ile kariyerinin en düşük ortalaması. Ayrıca atışlarının son 20 yarda içine düşme yüzdesi %28.9 ile %30'un altına düşmüş vaziyette, ki 2009'da %33 imiş.

Son olarak Brad Maynard'ın 2007 yılında Bears'ın en seksi oyuncusu seçildiğini ekleyelim. Kendisi "32 yaşında, evli, 3 çocuk sahibi ve kelleşmeye başlamış biri neden seksi seçilirmiş?" diye şaşırsa da, sonuçta punter'lar bugüne kadar hiçbir zaman Hall of Fame'e seçilmediği için bu ödülün değerini bilmeli diye düşünüyorum.

(Bu yazı aynı zamanda www.nfltr.com'da da yayınlanmıştır.)