35 yaşından sonra yol bisikletiyle ilgilenmeye başlayınca,
kaçınılmaz olarak “Yahu artık bisiklete de bineyim” dürtüsü ittirmeye başladı.
İlk ve son bisikletim 11 yaşımda hediye edilen, bir gün kömürlükten uçup giden
Pinokyo olmuştu. Kırk yaşıma kadar bu isteği erteledim (görmezden geldim) ama
artık bisiklet alma zamanı gelmişti. Vasfi’nin kullanmadığı TREK 4300 D’ye el
koyarak işe giriştim. Sahilde, ormanda biniyordum ama TV’de ve ara sıra
yollarda gördüğüm yarış arabası kıvamındaki yol bisikletleri gözümü almaya
devam ediyordu. Dağ bisikleti onların yanında kamyon gibi kalıyordu.
Uzun yıllardır yol bisikletine binen arkadaşım Can’ın yol
göstermesiyle ikinci el eski bir yol bisikleti aldım. Utanılacak şey ki bugün
markasını bile hatırlamıyorum. Rengi gülkurusu diye aklımda kalmış ama bir
yanılsama olmalı çünkü gülkurusundan nefret ederim. Herneyse... Bir gece,
karanlıkta karşıma çıkan bir kadına çarpmamak için aniden yön değiştirip park
halindeki bir arabaya kafadan toslayınca gül orta borudan kırıldı ve ilk yarış
bisikleti tecrübem aniden bitti.
Coppi'yle 29 Ekim'i kutluyoruz |
Roubaixciğim'in artistik bir pozu |
İşi çok iyi biliyorum ya, ful bisiklet almayacağım. Kadro
alıp geleceğim, burada toplayacağım. Donanım olarak Shimano ve Campagnolo
aklımı kurcalıyor ama o sene SRAM ilk kez “Red” serisiyle yol bisikleti
segmentine girmiş. Bütün web siteleri “2 kilonun altındaki ilk grupset” diye
yıkılıyor. Boğazdan kesip kilo vereceğime bisikletim çok hafif olsun istiyorum,
mümkünse 6.8 kg. Reklam hummasına tutulmuş durumdayım. SRAM Red alacağım.
Karaburun yollarında...(2013) |
New York’a uçtuk, jet lag’imiz geçti, 2 gün sonra TOGA’ya
gittik. Kadro boyunu bir daha ölçelim falan, ben bir 54, bir 56 kadro bisiklete
binip iniyorum. Dükkanın müdürü sonunda “56 daha iyi dude!” dedi. Bütün yaz
kıçına kitap sıkıştırıp 89 kere ölçü alan ben değilmişim gibi, adam “56!” der
demez “Peki” diye kabul ettim.
Kadro üç gün sonra geldi. Aman Allahım bu ne güzellik!!
İnsan dokunmaya kıyamaz!! Son kat boyanın altında parlayan karbon elyaflarının
geometrik şekilleri kadroya sofistike bir ruh katarken yanlardaki beyaz
şeritler de asil bir hava veriyordu. Aşk budur! Sadece 54-56 boy farkı yüzünden
kafamda bir şüphe var fakat güzel bir kadının çekim alanına girmiş acemi oğlan
gibi elimi dokundurur dokundurmaz kuşkularım silinip gitti, kendimi teslim
ettim. Bu arada Deniz de kaşla göz arasında kendisine Roubaix’nin giriş
seviyesi ful bir bisiklet aldı, hemen adını Carrie koyup Central Park’ta
binmeye çıktı. Haliyle kıskançlıktan çatladım. SRAM Red, gidon, pedal, sele
derken benimkinin daha bir sürü eksiği var.
Dönüşte, JFK’den Milano aktarmalı İstanbul uçağına
bisikletleri teslim ettik. Tembel İtalyanlar aktarmaya yetiştiremezler diye 2
saat beklemeli olan İstanbul uçağını pas geçip Milano'da 6 saat oturmaya karar
vermiştik. Yeter ki Carrie ve Roubaix’yle sağ salimen İstanbul’da buluşalım.
Yeşilköy’e inip “oversize luggage” önünde beklemeye geçtik. 10 dakika, 15, 20,
yarım saat, gelen giden yok. 40 dakika olduğunda ortalığı yıkmaya başladık.
Deniz “Ben zaten demiştim, gitti Carrie..” diyor (ona kalsa baş üstü bagaja koymalıydık!!),
ben İtalyanlar’ın anasından girip avradınan çıkıyorum. THY görevlileri ise son
derece sakin dilekçeyi ve kayıp bagaj formlarını doldurtup bizi sepetlediler.
Eve geldik ama cenaze havasındayız. Yıllardır iş hayatında İtalyanların ketenpere
operasyonlarını çok görmüşüm, hiç umudum yok. Hayatta gelmez bu bisikletler
diye düşünüyordum. Haksızlık, kadercilik, umut, pişmanlık duygularının
devinimiyle içim buruş buruş, yattık uyuduk.
Ertesi sabah THY’den gelen telefonla günümüz aydınlandı.
Bisikletler Milano’da bulunmuştu. Öğle uçağına konacak, akşam İstanbul’da
olacaklardı. Önceki gün o kadar üzülmüştük ki haber bizi ancak normal ruh
halimize döndürebildi. Eve teslimat opsiyonunu kesin dille reddederek
havaalanına uzadık. Bisiklet kutularının görünmesiyle yaşadığımız rahatlama
hissini hala anımsıyorum. Bisikletleri arabaya yükleyip şen şakrak eve döndük.
Birkaç hafta sonraki doğum günümde Deniz Mavic Ksyrium Equipe jant
seti hediye edince (insan Elite alır ya!) ben de SRAM Red’e ve diğer komponentlere
giriştim. Sonunda 23 Kasım 2008’de Kaçkar Bisiklet’in Kızıltoprak şubesinde
Serkan Yazıcı bisikleti toplamaya başladı. Her adımı yakinen takip ediyor,
Serkan orasıyla burasıyla biraz fazla uğraşsa bir sorun çıktı diye
geriliyordum. Güneş batıp akşam olduğunda Roubaix hazırdı.
Tipi, şekli şemali erkek olmasına rağmen hep “Kızım” diye
sevdim Roubaix’yi. Yağmurda düşünce kendimden önce onu kaldırdım, sağında
solunda çizik görünce sinir oldum. 54-56 boy konusunda ben haklıydım, bisiklet
bayağı büyüktü. Binmeye başladıkça seleyi öne aldım, gidon boğazını kısalttım
ama hala büyük. 44 cm’lik gidonla üstüne çıktığımda bayağı salon salomanje bir
havası vardır. Çok atak değildir, yön değiştirirken “Bu hıyar yanlış bi
şey yapıyor olmasın?” der gibi bir an bekler, sonra döner. Sprinte kalkarken
ilk iki pedal karbon elyafların arasında kaybolur, tekerler bilahare devreye
girer. Ama hakikaten çok rahattır. Saatlerce binsem de efor dışında bir
yorgunluk, rahatsızlık hissettirmez (Coppi perişan eder adamı mesela).
Geometrisi gereği (bir de yaştan dolayı) üstüne çok yatamadığımdan grubun en
uzun boylusu benmişim gibi olur, herkesi süzerim arkadan. Şimdi 7 yaşında ama
bence bisikletlerin yaşını da dört ayaklılar gibi 6-7’yle çarpmak lazım. O
hesapla bugün bayağı olgun bir hanım.
Salcano XRS001 (Kuma) |
Roubaix’yi hala çok seviyorum ama zaman içinde hepsi benden
kaynaklanan salaklıklarım yüzünden eskisi kadar binmiyorum. Bir kere çok büyük.
54 ve hatta 52 bile almam mümkünken 56 kadroyla otobüs kullanır gibiyim. Ezik
Türk’ün “Siktir lan Johnny, 54 olacak o kadar!” dememesi affedilmez bir
zayıflıktı. İkinci hata, Aktif’e Specialized’ın en iyi gidonunu ısmarlarken boy
söylememek, bu nedenle de gelen 44 cm genişliğindeki gidonu takmak zorunda
kalmaktı. Bisikletin ön tarafı balkon gibi, denize karşı masa kur, demlen. Zaman
içinde Roubaix’den soğumama neden olan asıl etken ise yanlış kararlarımdan sonuncusu.
Az bilgi, çok bilgiçlik ve reklama kanmanın sonucu dolduruşa gelip, daha
yeni çıkmış bir grupseti hemen almamam gerekirdi. SRAM Red “Double Tap” ile
bence devrim yapmış, tek kolla vitesi hem büyütüp hem küçülten süper bir sistem
geliştirmişti. Hala en sevdiğim yönüdür ve süper pratiktir. Estetik olarak
nefis, hafif bir set olmasının yanında frenleri de harika tutuyor. Şöyle
diyebilirim, 2008 model SRAM Red frenlerim 2015 model Dura Ace 9000 frenler
kadar iyi neredeyse. Bunu derken birebir bilimsel bir karşılaştırma yapmış
değilim, bana verdiği hissi söylüyorum (buna karşılık Coppi’de “Dura-maz-
Ace”ler var). Ama Red’in bu ilk modelinde vites ayarları çok sık bozuluyor,
vites geçişleri ise takur tukurdu. Bir iki sene sonra SRAM’cılar ve review
yazan para yemiş it kopuk da bunu itiraf ettiler zaten. Shimano D-A gibi
neredeyse yağlamayı bile unutturan bir setten sonra gürültüyle geçen vitesler
ve sık sık vites ayarı yapmak zorunda kalmak (ki vites ayarı yapmayı hala tam öğrenememiş
bir moronum) tadımı kaçırmıştı.
“m=n+1” gereği bu 7 yılda iki bisikletim daha oldu. Biri hep
beğendiğim, Cippolini dönemi kadrosu Cannondale CAAD4 (2004 model olmalı),
diğeri de Veloturk sponsoru Salcano’dan aldığımız takım bisikletimiz XRS001.
2014’de Salcano gelene kadar her yokuşa ve uzun yola Roubaix’yle çıktım (çünkü Coppi-39-53,
CAAD4 46-52) fakat takım binişlerinde ve yarışlarda sponsorun bisikletini
kullanmak gerektiğinden Roubaix’yi zaman içinde kızağa çektim, evde en arkada durur oldu.
CAAD4 de az karizma değildir hani! |
Geçen sene başında Veloturk olarak crossfit hocamız Umut’a
da bisiklet virüsünü bulaştırdık, kendine bisiklet bakmaya başladı. Ona,
isterse, geçici olarak Roubaix’yi alıp kullanabileceğini söyledim ve bisikleti
Umut’a verdim. Ama verirken de, Roubaix’nin benim için değerini, ilk göz ağrım
olduğunu, bisikletten bıkar veya başka bir alet alırsa da geri istediğimi
söyledim. Umut bisikletten bıkmadığı gibi bizimle hem Ronde’ye hem de LeMans 24
saat yarışlarına katıldı. Özellikle, daha 300km bisiklet binmişken katıldığı
ilk yarışı Ronde’de, zaten o tip parkurlar için üretilmiş Roubaix'ciğim Umut’u
finişe çamur içinde getirmeyi başardı. Aslan kızım görevini yaptı.
Geçen hafta Umut Hoca kendine bisiklet aldı. Kırmızı-siyah bir “Venge”. Hayırlı
olsun, güle güle, kazasız belasız kullansın. Ben ondan daha çok sevinmiş
olabilirim bu duruma çünkü Roubaix bir senelik ayrılıktan sonra eve dönüyor
(yani… sanırım… Umut??).
Kızımla ilgili planlarım var. Önce sıkı bir bakımdan
geçecek, pırıl pırıl olacak. Sonra, 40 cm’lik yeni gidonu ve Easton’un çok
seksi gidon boğazı takılacak. İkisi de hazır, evde bekliyorlar. Ve kusura
bakmasın ama Red’e veda zamanı da geldi. Fakat toptan değil. Teknik bir sıkıntı
çıkmazsa frenleri tutmak istiyorum çünkü çok güven verdi kullandığım yıllar
boyunca. Alt tarafta ise Dura Ace’e geçiyorum. Aynakol 34-50, arkası mümkünse
12-32 olacak. Aydın “illa değiştirmen gerekmez” diyor ama arka attırıcı uzun
bacak olacak gibi, sorup soruşturacağım. Tabii bir de ön attırıcı ve yeni vites
kabloları gerekecek. Belki bir sele de alabilirim fakat sele seçimi kadar zor iş
de yok bu bisiklet mevzuunda. Bakalım. Sonra Çağrı’ya gidecek (ki Rubiş dünyaya
gelirken Çağrı da bizimle beraber Kaçkar’daydı), bikefit yapılacak ve yaşlanan
dizlerimin yokuşlardaki dostu olacak.
Kızım eve dönüyor ve babası çok mutlu…