29 Aralık 2011 Perşembe

Spor Locası 1 Yaşında!!

Değerli dostum ve abim Sarper Günsal ile bendeniz iflah olmaz spor tutkunlarıyız. Her ne kadar tanışmamıza aynı futbol (ayakla oynananından bahsediyorum) takımını tutmamız vesile olduysa da, başka sporlar için açılan forum muhabbetlerinde hep ikimizi sona kalır görünce kendisini merak ettim. Forum profilindeki yaş kısmında hayli ihtiyar bir insan olduğu anlaşıldığı için (blog logo resminde soldaki beyaz saçlı kendisidir, yanındaki yakışıklı ise ben oluyorum) biraz çekingence tanıştım. Ama sonradan samimi olduk. Örneğin her bayramda illa elini öper, harçlığımı kaparım. Dışarıda içersek hesapları o öder. Kendisinden eski spor anılarını dinlemek çok zevklidir; örneğin ünlü F1 yarışçısı Sir Stirling Moss'u canlı seyredişini, Cubs'ın son şampiyonluğunu (ona benim bile yaşım yetmez!! - Editör), hatta Tinker to Evers to Chance double-play combo'sunu anlatmasına doyum olmaz. 

Fazla popüler olmayan sporlara (Türkiye için futbol dışındaki her spor) meraklı olunca, bunu insanlarla paylaşamamak çok koyuyor. Örneğin gece Bartman olayı oluyor, tüm ABD çalkalanırken sabah işe gidiyorsun, millet hiçbir şey olmamış gibi etrafta dolaşıyor, birbirlerine Tşk.'li, Ltf.'li kısaltmalarla dolu elektronik postalar atıyor. Üstelik patronu cc'ye eklemeyi unutmadan. Sarper Abi, "Bartman"in bir çizgi film karakteri olmadığını açıklamama gerek kalmadan bilumum spor olaylarını konuşabileceğim birisi. Ben onu krikete, o beni bisiklete meraklandırdık ki bayram harçlığından da değerli bir hediye oldu. Tabii sadece çene çalmakla kalmıyoruz. Yazmayı da seviyoruz. Yıllarca oraya buraya yazdık. En sonunda dedik ki, (daha doğrusu teknolojiye meraklı genç olarak ben dedim, yoksa Sarper Abi hala yazılarını daktiloda yazar, sekreteri bilgisayara geçirir) ortak bir blog açalım. Hem yazılar toplu dursun (asla yazdığımız başka yerler için gocunmuyoruz), hem de konu olarak kısıtlanmayalım.

Sağdaki Sarper Abi'dir, diğeri sanırım askerlik arkadaşı (David Duffield be o! Cahil!! - Editör

İsim üzerine uzun süre tartıştık. Bu bloglara isim bulmak berbat zor bir iş. Zaten çok ideal bir isim de bulamadık (Sarper Abi'nin zevcesi hala burun kıvırır) ama, en azından, sporcuların kıçından ter damlarken biz evde TV önüne kurulmuş (bazen Sarper Abi Eurosport stüdyolarına da kurulur) şekilde izlediğimiz için loca uygun geldi... Yani, sanırım böyle oldu. Ayrıca yerel futbola hiçbir şekilde değinmeme kararı aldık (ne isabetli karar vermişiz ama!). Her yazıda da en az 1 resim olsun dedik. Sonuç olarak, 29 Aralık 2011'de, yani tam 1 yıl önce ilk yazıyı yayınladık. Böyle "biz"li yazmama çok gıcık olur Sarper Abi. Fakat burada da birinci tekil kullansam garip olurdu. Her ne kadar daha çok yazıyı ben yazmışım gibi gözükse de, hemen hepsi Sarper Abi'nin haşin silgisinden geçerek editlenir. O daha çok bisiklet, az da olsa Amerikan futbolu yazar ama, diğer sporlardan da haberdar değil zannetmeyin. Geçmişte golf, motorsiklet, F1, yat yarışlarıyla da ilgili yazılar yadığı bir tevatür olarak dolaşır. Ben beyzbol, Amerikan futbolu, Nascar (NASCAR'ı Nascar yazmana çok uyuz olduğumu söylemiş miydim? - Editör), NBA hakkında yazarım. Bisiklete de ürkekçe değindim birkaç kere. Yazılarımın genel eksenini daha çok tuttuğum takımlar (Bears, Cubs, Knicks) oluşturur. Takım seçimlerinde pek başarılı olmadığımı söylerler. Biraz çalakalem yazarım, rakamları severim. Sarper abi daha az, uzun ve edebi yazar.
Blogda 108 yazı olmamasının sebebi bu heriftir

Şaka maka 54 tane yazı yazmışız. Ortalama haftada 1 yazı, fena değil. Müslüman mahallesinde salyangoz sattığımızın farkındayız. Hatta satmak da değil, camiden çıkanlara ikram ediyoruz diyelim. Her hafta futbol üzerine tüm klişeleri ardarda sıralasaydık en az iki katı hit alırdık ama az hit olsun, öz hit olsun. Elbette nefsimize yenilip okunma rakamlarını merak ediyoruz, ama kafaya da fazla takmıyoruz. Çünkü esas amacımız gördüklerimizi anlatmak, deşarj olmak, salyangoza olan ilgiyi artırmak. Ama yazılarımızdan yararlandığını söyleyenlerin yorumlarını görünce de mest olmuyor değiliz. Blogun tüm okuyucularına bu bir yıl boyunca bize katlandıkları için teşekkür ederiz. Nice mutlu yıllara!!!

27 Aralık 2011 Salı

2011'den Aklımda Kalanlar

Eurosport.com.tr editörleri, 2011 bisiklet sezonuna dair önemli gördüğüm anları yazmamı istediler. Yazı dün yayınlandı. Bugün de bizim bloga koydum. 2012’nin bol yarışlı, çok çekişmeli, az kazalı bir bisiklet sezonu getirmesini dilerim.

Herkese mutlu ve sağlıklı yeni bir yıl dileğiyle...


WOUTER WEYLANDT (1984 – 2011)

Fabio Casartelli’nin kazasını görmemiş kuşaktanım. Tevellüte bakarsan Tom Simpson’un ölümünü hatırlamaya bile yeter ama o zamanlar Formula 1 bisikletten önemliydi, o tarafa yoğunlaşmıştım. Andrei Kivilev ve Isaac Galvez’den de geç haberim oldu, TV’de de seyretmedim. Doğrudan tanık olmadığı, başkasının başına gelen felaketleri çabuk silen, seçici bir hafızası var insanoğlunun.

Wouter Weylandt 2010’da Giro’da etap kazanmış olmasına rağmen pek dikkatimi çekmeyen br sporcuydu. Leopard Trek’e geçtiğine de, Giro 2011 takımına seçildiğine de çok dikkat etmemiştim, itiraf edeyim. 9 Mayıs 2011 Pazartesi günü işten biraz erken kaçtım. Eve gelip TV’yi açtığımda Caner’in sesi oldukça sıkkın çıkıyordu. Kameralar da yarıştan çok, yolun ortasında bir yeri gösteriyordu sürekli. Bir şeyler olduğu belliydi ama yarış bitene kadar kötü haber gelmedi. Ondan sonra da her tür sosyal medya kaynağı Weylandt’ın hayatını kaybettiğini bağırmaya başladı.

Weylandt’ın 2009 Katar Turu’nda yakın arkadaşı Nolf’ü kaybedişini, gencecik yakışıklı halini, hamile karısını, daha doğmamış çocuğunu öğrenince, boğazla göğüs arasına yerleşen yumru gittikçe büyümeye başladı. Birkaç gün kederin o meşhur 7 döneminin ilk dördü arasında dolaştım durdum.

“Bisiklete binerken düşmüş.” cümlesi, çoğunlukla dizi kanamış çocuklar içindir. Huzur ve neşe dolu bir aktivitenin ölüme neden olabileceğini fark etmek, güven ve eğlence kavramlarının şirazesini bozuyor. Senna’nın ölümü de beni çok sersemletmişti ama “tehlike” yarış arabası denen şeyin ayrılmaz bir parçası. Halbuki, bisiklet, çocukluğu, masumiyeti, yaz mevsimini düşündürür. Hediyedir bisiklet. Pislet üstünde risk en fazla gidonu bırakmaktır yahu. Ölüm nereden çıkıyor?

Genç, hayat dolu, sağlıklı birinin ölümü iki kapı açıyor içimde. İlki, yaşamın anlamsız, kıymetsiz olduğu, herhangi bir katma değer içermediği duygusu. Diğeri de, güneşli bir bahar günü, bir yokuştan bisikletle uçarcasına inerkenki coşku ve mutluluk için, yaşamın çok pahalı bir bedel olmadığını farketmenin şaşkınlığı… Önce ilk kapı, sonra diğeri sırayla açılıp kapanıyor önümde. Aradan Tom, Fabio, Andrei, Isaac ve Wouters gözüküyorlar.


SONUNDA… Cadel Evans, Fransa Turu 2011

Belki de sıkıntı yıllardır Davitamon/Predictor/Silence Lotto’da yer almasıydı. Belçika bisikletinde Fransa Turu farzdan ziyade sünnet sayılır. Merckx’e rağmen o memleketin beş şartı Roubaix, De Ronde, Fleche, Liege ve Ghent – Wevelgem. Cadel ise bir etap yarışçısıydı. Bunun sıkıntısını hep yaşadı. 2007 ve 2008’de Fransa Turu’nu ikinci bitirirken hep “bir yokuş domestiği daha olsaydı” dedik ama yoktu. 2009 ve 2010’da Tour’da şansı yaver gitmese de Dünya Şampiyonu oldu ve Fleche Walonne’u kazandı.

Fakat Evans bu seneye planlı geldi. Az yarıştı, her yarışında derece aldı. Tour’a Dauphiné’deki güzel sonuçla, moralli başladı. Yine çok kuvvetli bir yokuş domestiğine sahip değildi ama BMC son derece güzel bir yarış koştu turun ilk bölümünde. Favorilerin takır takır yarış dışlı kaldıkları günlerde Cadel hiç kazaya karışmadan bir etap zaferi ve 2 ikincilik kazandı (biri ITT). Hala kazanacağına pek inanmıyordum gerçi, gözüm Alberto’daydı. Hoş, Contador formda ve/veya sakat olmasa yine kazanamazdı. Ancak L’Alpe d’Huez’de tek başına Andy’nin peşine düşüp kayıplarını azaltması ve ertesi gün Grenoble’da koştuğu müthiş TT ona zaferi getirdi.

Gelecek sene 35 yaşında olacak. BMC’nin kaynaklarını artık Gilbert ve Hushovd’la paylaşacak. Bu transferler takımın kimyasını bozacak mı, göreceğiz. Ama Cadel’in 2010 Fransa Turu’nda üzüntüden, bu seneyse Paris’te sevinçten ağladığını gördükten sonra kazanmasa da olur. O iyi bir insan ve iyiler bu sporda çok fazla kazanamazlar. İyi insanlar Sarı Mayo’larından birini Aldo Sassi’nin dul eşine hediye ederler ve gönlümüzde taht kurarlar. Önemli olan da budur...



COL d’IZOARD – Andy Schleck (TdF 2011 18. Etap)

Izoard yokuşunun en dikleştiği yerde ayağa kalktın ve yerçekimi seni azat etti. Dünyanın en iyi yokuşçuları arkandan baktılar, seni takip etmeye cesaret edemediler. Belki düşündükleri bir şey vardı, bilemem. Etabın sonuna daha 63 km vardı. Ama biz, çok yıllardır favorilerden bu kadar erken bir atak görmemiştik. Aslında hiç görmedik, kitaplardan okuduk hep. Coppi’nin, Merckx’in 50, 60, 100 km’lik solo atakları “modern zamanlar”da tedavülden kalkmıştı.

Herkesten hızlı çıktın Izoard’ı. İyi bir inişçi olmadığını biliyoruz. Maxime Monfort yardım etti, elinden tutup indirdi dağın dibine. Galibier’ye doğru farkı 3:30’a kadar çıkardın. Hepimizin içi kıpır kıpır oldu. Sana söyleniyoruz ama biz de bıktık zamana karşıyla TdF kazananlardan. Bu defa, inatçı, kimsenin sözünü dinlemeyen biri, sadece yokuş çıkarak Tour’u kazanacak gibiydi. Devrim geliyordu.

Ama dünyanın en iyi bisikletçileri peşindeyken 60 km atak yapmak zor zanaat. Galibier’de etabı kazandığında fark yarıya düşmüştü. Sarı Mayo’yu alamadın. Paris’te yine ikinciydin. Can Baba affetsin, Fransa Turu devriminin en hızlı 60 km’sini sen koştun. Ama aşk olsun sana çocuk! Tour böyle kazanılmaz ki!


TUZAK - Fabian Cancellara & Paris - Roubaix

Yayınlarda, şurada burada söylüyoruz. Tek günlük yarışları favori gösterilen sporcunun kazanması zordur. Rakip takımlar dikkatlerini ona yöneltip atak yapmasını önlerler. Sürekli markaj altındadır. Fabian Cancellara daha bir hafta önce, De Ronde’yi aynı şekilde kaybetmişti. Yarışın son bölümünde, kaçış grubuna çaktırmadan sızıp hiç çalışmadan sprint finişi bekleyen Nick Nuyens’e geçilmişti. Son kilometrelerde Cancellara’nın etrafından su isteyip alamaması yarışın onun için özetiydi.

Fabian P-R’yi iki kez kazandı. 2010’daki zaferde, müthiş gücünden aldığı cüretle önden atak yaparak kazanması herkesi korkutmuştu. Bu seneki yarışta tüm gözler onun üstündeydi. Yarışı kazanmayı en çok isteyenlerden biri de Thor Hushovd’du. Gökkuşağı mayosuyla velodromda zaferi kazanmaktan daha güzel ne olabilirdi? Yarış başta ikisinin de istediği gibi gitti. Paris-Roubaix gibi kaza ve lastik patlatmanın çok normal olduğu bir yarışta son bölüme kadar sorunsuz geldiler. Aralarında Tom Boonen’in de olduğu birçok favori çeşitli kaza ve aksilikler sonucu denklemin dışına düşmüşlerdi. Önde değişik takımların domestiklerinden oluşan bir kaçış grubu, arkada da Cancellara, Hushovd ve A. Ballan kalmıştı. Farkı kapatmak için çok çalışmaya razıydı Fabian ama yardım gerekiyordu. Hushovd önde takım arkadaşı olduğu için yardım etmeyi reddetti. Ballan da kendi kazanma şansının çok az olduğunu bildiği için çalışmadı. Fabian bir süre kendi işini kendi gördü ama Roubaix velodromuna Thor’la beraber girerse kazanamayacağının farkındaydı. Hushovd için çalışmak düşünülemezdi. Takibi bıraktı. Öndeki grupta en güçlü olan Johan Van Summeren’di. Kaçtı ve dünyanın en anlamlı kaldırım taşını kazandı.

Futbolda “Kazanamıyorsan kaybetme” formülü vardır. Ama bir profesyonel bisikletçinin tüm kariyeri kaybederek geçtiğinden, bu acımasız sporda formül başkadır: “Kazanamıyorsan, rakibin de kaybetsin!” Bisiklet fena halde hayata benzer… Biraz daha acımasızdır.


ANNUS MIRABILIS - Philippe Gilbert & 2011

Gilbert’in bu sezon gibi bir yıl daha geçirmesi olanaksız gözüküyor. Strade Bianche, Brabantse Pijl, Amstel Gold, Fleche Walonne, Liege-Bastogne-Liege, Belçika Turu (GK), Ster Tour ZLM (GK), San Sebastian, Belçika şampiyonluğu (yol ve TT), GP de Quebec. Başka da var. Amstel, Fleche ve L-B-L toplam 8 gün içinde kazanılan 3 dev yarış. Ayrıca, söz verdiği üzere (!) Fransa Turu’nda ilk etabı kazandı ve yarış boyunca her 3 mayoyu da giydi.

Bu sezon Gilbert’le ilgili iki an var gözümün önünde. Biri Schleck Biradeler’i kedi fareyle oynar gibi elimine edip hayalinin yarışı L-B-L’i kazanması. Diğeriyse Amstel Gold’da Cauberg’in sonuna doğru amansız yokuş sprintiyle Joaquin Rodriguez’i geçerken ahalinin (ve benim) çığlıkları.

Alzheimer bastırmadan Philippe Gilbert’in 2011 sezonuna şahit olduğumuz için çok şanslıyız.

L-B-L 2011...Gilbert en çok kazanmak istediği yarışı zaferle bitirirken arkada "Biraderler"


UMUTSUZ TAKİP… Mİ ACABA? – Thomas Voeckler (TdF 19. Etap)

Voeckler de yarış hayatının en iyi senesini geçirdi 2011’de. Şubat ayında, daha sezonun 2. yarışında birinci oldu. Paris - Nice’de iki mükemmel etap kazandı ki bunlara artık “klasik Voeckler zaferi” demek gerek. En hızlı ve en güçlü olmadan, zeka ve analiz yeteneğiyle yarış kazanmak Voeckler’in becerisi. Fransa Turu’nda, ister şans deyin ister fırsatı değerlendirme, Sarı Mayo’yu eline geçirdi ve tam 10 gün bırakmadı; harika bir inatçılık ve takımıyla sıkı bir dayanışma gösterdi.

Bence Voeckler’in en ilginç hamlesi TdF’ın 19. Etabında geldi. Aşağıda bahsedeceğim gibi, Contador’un Télégraphe üstü Galibier atağına tek başına cevap verdi Voeckler. Taktiksel olarak delice bir hamleydi. Voeckler’in önde giden Alberto ve Andy gibi bir yokuşçu olmadığını herkes biliyor. Takım arkadaşı olarak Pierre Roland’dan başka kimse de yoktu ortalıkta. Göze pek hoş gelmeyen yokuş stili, dalgalarda sallanan Karadeniz takasını anımsatır. Sağa sola devrilerek çıkar. Sarı Mayo’yu korumak için umutsuzca olduğu baştan belli bir çabaydı. Jean René Bernadeau’nun telsizden vazgeçmesi için yırtındığına eminim. Sonuçta bu anlamsız cesaret gösterisi Thomas Voeckler’e Sarı Mayo’ya; hatta ilk üçe mal oluyor.

"Andy ve Alberto gibi yapamıyorum ben bu yokuş çıkmayı yaw!?"...


Ama Thomas Voeckler, Fransızlar’ın “savaşarak yenilen”e; hele de kendi vatandaşıysa taptıklarını çok iyi bilir. Bu umutsuz atakla halkının gözünde çok daha büyük bir yer edindi. Hinault’dan beri bir şampiyon çıkaramayan Fransa tutunacak başka bir dal buldu. Champs Elysées’de podyumda olmamak, halkın seve seve verdiği “Kahraman” payesi için küçük bir bedel değil mi?


ONURUM İÇİN – Alberto Contador (TdF 19. Ve 20. Etaplar)

Fransa Turu 19. Etap. Etap sadece 109 km ama Col du Telegraphe, Galibier ve L’Alpe d’Huez var mönüde. Bir gün önce Andy’nin atağıyla kendimizden geçmişiz. Bugün de Contador, kırılan gururunu onarmak için atağa kalkıyor. Sonu L’Alpe d’Huez’de bitecek bir etapta 2 tepe önceden atağa kalkmanın zorluğunu düşünmek bile yorucu. Tarihin en ağır Giro’sunu güle oynaya kazanmış ama Fransa Turu’nda yorgunluk, doping soruşturması ve diz sakatlığıyla uğraşan, kendinden umulmayacak kadar pasif bir yarış geçiren şampiyon, gücünü son damlasına kadar harcamaya kararlıydı. Andy, L’Alpe’in başına kadar yanında kalabildi ama o da pes etti sonunda. Son 12.5 km’de Contador dağdaki 300,000 kişinin delilik sınırındaki tezahüratıyla son kaçakları da yakalayıp geçti. Ama olamadı. Genç Pierre Roland etabı alıp 25 yıl sonra L’Alpe d’Huez’i kazanan ilk Fransız olarak tarihe geçti, Alberto ise Samuel Sanchez’in ardından etabı üçüncü bitirdi.

Alberto'ya çok da üzülmeye gerek yok elbette, 3 ay önce tarihin en zor Giro'sunu domine etmişti


Ertesi gün Grenoble’da tüm gözler Andy ve Cadel Evans’daydı belki ama Alberto Contador Fransa Turu’na yaraşan saygıyı göstererek etabı üçüncü bitirmeyi başardı Clenbuterol kullandı mı kullanmadı mı bilmiyorum. Ama bazen “galip sayılır bu yolda mağlup” denir ya hani, işte Alberto Contador da Fransa Turu 2011’in 19. ve 20. etaplarında nasıl bir yarışçı ve sporcu olduğunu gösterdi. Onurunu, gururunu korudu.


LIVORNO’DA MATEM – Leopard Trek & Tyler Farrar

Bu sahneyi hiç unutmayacağım. Bir can uçmuş gitmiş. Geride kalan kendine mi üzülür, gidene mi acaba? Tüm Livorno caddeleri “WW108” pankartlarıyla dolu. Weylandt’ın takım arkadaşları, yanlarına en yakın arkadaşı Tyler Farrar’ı da davet etmişler. Yan yana finiş çizgisini geçiyorlar. 70 metre geriden peloton geliyor. Wouter’in rakipleri ve meslektaşları o yetmiş metrelik boş asfaltta yoldaşlarına saygılarını gösteriyorlar. Tyler ağlıyor. Biz dudaklarımızı ısırıyoruz… WW108!!!


GENÇ BİR DOMESTİK – Matthew Busche (ToC 2011 7. Etap)

Gecenin bir saati Eurosport’ta konuk yorumcuyum. Berkem’le beraber Claremont - Mount Baldy etabını anlatacağız. Sarı Mayo Chris Horner’da. İkimiz de Horner’a sevdalıyız. Onun zaferini anlatmak istiyoruz. Ben akşam yemeğinde fazladan bir kadeh şarap da çekmiş miydim acaba? Heyecanlı ve beklenti içindeyiz.

Radio Shack, Sarı Mayo’yu korumak için önde tempo yapıyor. Takım elemanları teker teker kendilerini Horner ve Leipheimer için feda ediyorlar. Yokuş sertleştiğinde önde Dimitri Muravyev var. Tükenene kadar elinden geleni yapıyor. Son domestique olarak Matthew Busche öne geliyor. Levi ve Horner ona tutunuyorlar. Yokuşun eğimi artıyor ama Busche tempoyu düşürmüyor. Arka taraf, sonbahar yaprakları gibi…. Dökülen dökülene. Gecenin dingin saatinden mi, yayının kalitesinden mi, ekstra şaraptan mı, Busche’nin bu fedası beni benden alıyor. Gücünü son damlasına kadar kullanışı, tükenip yana çekildiği anda yorgunluktan duracak raddeye gelişinden çok etkileniyorum.

M.Busche Mount Baldy eteklerinde Horner ve Leipheimer'i çekiyor

Üstünden 7 ay geçti ama Kaliforniya Turu dendiğinde gözümün önüne Matthew Busche’nin tek başına tüm pelotonu dağıtışı geliyor. Hincapie gibi, Szymyd gibi “super domestique” olmadıkça, adları, yüzleri hafızaya kazınmayan bu çocuklar, bisiklet sporunun gerçek emekçileri. Yıldızlardan önce onları hatırlayalım.


EVİMDEN YARIŞ GEÇTİ – Cumhurbaşkanlığı Bisiklet Turu

Şehriniz iki kıtanın birleştiği yerdeyse, bir kıtadan başlayıp diğerinde biten bir parkur en cazip etaptır. Ve fakat İstanbul öyle alengirli bir şehir ki ToT organizatörleri bunu ancak 4 yılda başarabildiler. Sabah fotoğraf makinamı da alıp evden 200 mt yürüyüp parkurda yerimi aldım. Bu kadar. Acaip bir his. Bundan önceki yarışlara uçakla 3 saatte gittiğimden elbette zamanı ayarlayamadım ve oturup Van kahvaltı salonunda kallavi bir kahvaltı yaptık (neden Van?). Aksaklık olmadı mı, oldu tabii. Peloton Boğaz Köprüsü’nü geçtiğinde Kızıltoprak’ta, parkurun üstünde, koca bir TIR durmaktaydı. Polisler dahil kimse işin farkında değildi. Sonunda vatandaş müdahalesi yapıp polisleri uyardık (hatta sonuç almak için riski abarttık) da, kafile Saraçoğlu Stadı’nı dönerken koca kamyon çekilebildi. Sirenler, helikopterler derken bizim şerefli Kızıltoprak/Feneryolu Mahallesi de ahir günde bir yarış görmüş oldu.

"Bağdat Caddesi çocuğu" olmak 40 yılda bir işe yaradı

Tabii halkımız Pazar günü Bağdat Caddesi’nin kapanmasına alışkın değil. Duyuru yapılmıştır ama emniyet şeridinden gitmeyi en doğal insan hakkı sayan canım İstanbullu, yarış yüzünden kapanmış bir caddeyle yılmaz . Sabah önce spor yapıp sonra yarış seyretmek yerine mükellef bir kahvaltı için “arabayla” yollara düşmek İstanbullu’nun asil karakteridir. Bunu engellemeye çalışan polise sövülür (uzaklaşırken), yarışçıların 7 sülalesinin hatırı sorulur. Eleştirmiyorum, normal bu. İstanbullu’nun arabasında, arkada oturan çocuk, kolej sınavlarına hazırlanmak için zaten 4 yıldır beden derslerine sokulmuyor. Hafta sonunu dersanede, boş zamanını bilgisayarda geçirdiğinden bu yaşta obez ve kıpırdamakta zorluk çekiyor.

Paris’te 3 saat ayakta beklemiştim bariyer önündeki yeri kaptırmamak için, canım İstanbullu sayesinde 10, bilemedin 20 kişi keyifle yarış seyrettik. Sakin bir yerde olduğumuz için tüm peloton önümüzde hacet giderdi. Güzel havada bile, her etaptan sonra bisikletlerin neden yıkandığını artık anladım sanırım. Fotoğraf makinamda bir sürü işeyen adam resmi var. Hayır sapık değilim. Bisiklet yarışlarını seviyorum o kadar…

15 Aralık 2011 Perşembe

Dini Bütün Tim Tebow'un Mucizeleri


Denver Broncos, 90’larda, efsanevi QB’i John Elway’in önderliğinde 5 kez SuperBowl oynayıp ikisini kazandıktan sonra, 2000’lerde pek başarılı olamamış bir takım (son 11 sezonda 4 kez playoff). Bu başarılı dönemin ekmeğini 10 yıl güzelce yiyen coach Mike Shanahan, takımını vaat edilmiş topraklara bir daha götüremedi ve kötü giden 2008 sezonunun sonunda kovuldu. Takımın sahibi Pat Bowlen, New England Patriots’un 33 yaşındaki hücum koordinatörü Josh McDaniels’i Shanahan’ın yerine getirdi. Son on yılın en başarılı takımı Patriots’un iki numaralı hocası Broncos’u aydınlık yarınlara çıkaracak sihirbaz olarak gösterilmişti. Bowlen bu hamleyle NFL tarihinin en genç baş antrenörünü işe aldı ama bazı işlerde tecrübe gençlikten önemli oluyor. 2009 sezonuna altı galibiyetle başlayan Denver, ardından 10 maçta 8 yenilgi alarak playoff dışında kaldı. 2010’da da durum düzelmedi. Broncos 13 maçtan sadece üçünü kazanabildi ve McDaniels sezonun bitimine 3 hafta kala kapının önüne kondu, sezon yardımcı hocalarla tamamlandı. Kötü gidişe tekrar “Dur!” demek isteyen Bowlen, bu yılın Ocak ayında bir “sportif direktör Aykut Kocaman” hamlesi yaparak, Denver’da tanrı gibi sevilen John Elway’i futboldan sorumlu başkan yardımcısı olarak atadı. 


John Elway SuperBowl XXXIII zaferi sonrası SI'in kapağında

Elway ve yeni coach John Fox klasik bir sıkıntıyla işe başladılar. Kolej draftinda alınan oyuncular daha önceki teknik yönetimin seçtikleriydi. Bunların içinde en önemlisi de Florida Üniversitesi mezunu QB Tim Tebow’du. “Gators” olarak anılan üniversite takımı, ABD’nin en başarılı kolej futbol takımlarından biri. Tebow, Gators ile geçirdiği 4 yılda 2 ulusal şampiyonluk, 1 Heisman Trophy kazanmıştı. Takımın yer aldığı SEC konferansında kırılmadık rekor bırakmayan, hem koşan, hem pas atabilen bir oyun kurucuydu. Kolej futbol tarihinin en başarılı QB'lerinden biriydi. 


Tim Tebow #15
Ve fakat John Elway, Tebow’un oyun stilini hiç beğenmiyordu. Elway kendi zamanında koşu oyunlarında oldukça iyi bir QB olmasına karşın, kariyeri boyunca, hücum hattının koruması altında pas dağıtan “pocket QB” diye tanımlanan bir oyun kurucuydu. Vaziyet pas atmaya elverişli olmadığında ve önü açıldığında Elway koşmaktan çekinmeyen ve bundan sonuç alan bir oyuncuydu aslında (39 koşu TD’si var netekiml!). Ama basketbol dizisi Beyaz Gölge’den de öğrendiğimiz gibi “hiçbir zaman toptan hızlı koşamazsın”. Kural topla oynanan her spor için geçerli.

Pas oyununda, oyun kurucunun asli görevi, attığı kısa/uzun paslarla tutucuları ve tight end’leri topla buluşturup yard kazanmaktır (oyunun tarihine girince “tight end” pozisyona neden “sıkışık kenar” dendiğini öğrenmek mümkün, lakin bana bir şey katmadı bu bilgi). Günümüzde bu tarz QB’lerin en iyileri NO Saints’den Drew Brees, Patriots QB’si Tom Brady ve şimdilerde sakatlıkla uğraşan Colts QB’si Peyton Manning.

Bu tip oyuncular, atak öncesi rakip savunmanın hamlelerini tahmin edip takımının oyununu değiştirebilecek yetenekte, atak başladıktan sonra hücum hattının (OL) koruduğu “pocket”in içinde pas opsiyonlarını bir çırpıda gören, savunmanın hareketlerini okuyup hızla karar veren, müthiş pas yeteneğine sahip insanlar. Kendi başlarına koşu oyunu yaptıkları nadirdir. Pas başarı oranları %65’in altına pek düşmez. Ayrıca, maç öncesi, rakibin maçlarını saatlerce analiz ederler, QB antrenörü ve OC (hücum koordinatörü) ile beraber o haftaki atak planının yapılmasına katkı sağlarlar.

Tim Tebow ise daha farklı bir oyun kurucu. Öncelikle, kolej liglerinde daha çok kullanılan “Spread/Option” hücum felsefesiyle yetişmiş bir oyuncu. Çok detaya girmeden anlatmak gerekirse, bu hücum tipinde 4-5 tutucu ve koşucu tüm sahaya enine yayılır. Center’in topu kime vereceği belli değildir (topu QB’ye değil doğrudan koşucuya da verebilir ki o zaman buna “yaban kedisi formasyonu” denir: Wildcat formation). Center’dan topu alan QB ya sahaya yayılmış 5-6 oyuncudan birine pas verir ya da doğrudan kendisi koşu oyununa çıkabilir. Rakip savunmayı kararsız bırakan ve bire bir savunmaya zorlayan bir oyun türüdür. İlla da öğreneyim diyen İngilizce’ye vakıf vatandaş için:


"Yayılmış" Gators hücumu
Timothy Richards Tebow, aile fertlerinin Baptist kilisesine mensup misyonerler olarak çalıştığı Filipinler’de 1987’de doğar. Beş kardeşin en küçüğüdür, anne subay çocuğu, baba ise din adamı. Aile gayet mütedeyyin bir kesime mensup. Anne Pamela, Timothy’e hamileyken plasenta ayrılması denen bir rahatsızlık geçirir. Doktorlar çocuğun büyük ihtimalle ölü doğacağını söylemelerine karşın imanı tam anne kürtaj olmayı reddeder ve yumurcağı sağlıklı bir şekilde doğurur.

Diğer kardeşleri gibi Tim de okula gitmemiş ve annesi tarafından evde eğitim görmüş. Eğitimin çok laik temeller üstünde yeşermediğini, çocukların Hıristiyan değerler etrafında eğitildiklerini söylemek mümkün. Florida’nın kanunlarına göre evde eğitim gören çocuklar, çevrelerindeki okulların atletik faaliyetlerine katılabildikleri için Tebow bir lisede futbol oynamaya başlar ve dikkat çeker. Ülkenin en aranan oyuncularından biri olarak Florida Üniversitesi “Gators”’u seçer.
Tim Tebow sürati ve güçlü fiziği sayesinde (1.88mt/106 kg), coach Urban Meyer’in idaresinde Gators spread offense’in en güçlü silahı haline gelir. Kolej kariyerini 88 pas, 57 koşu TD’i ile taçlandırmış, son maçında 533 yd gibi inanılmaz bir pas+koşu kazanımı elde edip rekor kırma onurunu elde etmiştir (SEC konferansında kariyer koşu TD rekoru ona, bir QB’ye ait). İlk yılında yedek oyun kurucu olmasına karşın birçok koşu oyununda yer alır ve Gators ulusal şampiyon olur. Ertesi sene, bir sezonda 32 pas, 23 koşu TD’ı yaparak en iyi kolej futbol oyuncusuna verilen Heisman Trophy’i kazanır ve şöhreti yayılmaya başlar. Rekabetçi kişiliği, yenilgiyi kabullenmemesi, cesareti ve fiziksel çarpışmalardan hiç kaçınmamasıyla tanınıyor.
Amerikan futbolu denince akla ilk gelen imgelerden
Heisman Trophy

Tebow her röportajında Tanrı’nın adını anan, şükretmeyi hiç unutmayan bir genç. Din hayatının merkezinde. Her maç sonu, sahanın kenarında dua ediyor. Sezon arasında Filipinler’de misyon hastanelerinde çalışıyor, okulda muhtaçlar için yardım fonları oluşturuyor. İnancını sürekli vurguluyor. Güneş gözünü almasın diye yüzüne sürdüğü siyah boyaya dini referanslar yazıyor (eskiden her atletizm şampiyonası ve Dünya Kupası tribünlerinde görüp anlam veremediğim “John 3:16” bu mesajlardan biri). Dinine düşkün olması değil ama inancını habire insanların gözüne sokması Lincolncü laik kesimde tepki yaratıyor. Ancak diğer yandan, iyilik timsali bir çocuk olduğu için hayran kitlesi de deli gibi büyüyor. Okuduğu yıllarda Florida Üniv.’nde gönüllü çalışmak bir moda haline gelir.

2008’de Tebow Florida'da yine harika bir sezon geçirir ve Gators tekrar ulusal kolej şampiyonu olur. Timothy’nin üniversitedeki son yılı da kendisi açısından rekorlarla dolu. Ama SEC Şampiyonluğu maçında Univ. of Alabama “Crimson Tide” Florida’yı yener ve Tebow’un üçüncü kez ulusal finalde yer alma arzusu gerçekleşmez. Maçın son anlarında Tebow’un kenarda ağladığı görülür (tüm ırkçı geçmişine rağmen U. of Alabama’ya gönlümü düşürmem de bu maça rastlar: ROLL TIDE!!)

Tebow’un pas mekaniğinin iyi olmadığı hemen her atışında görülüyor. Pocket’i terk ederken çoğunlukla sol tarafına açılması rakip savunmalarca çok iyi biliniyor (sola koşarken sol elle pas atmak kolay). Üstelik düşük pas isabeti oranıyla oynuyor. Bu hatalar NFL gibi elit bir ortamda elbette daha da fazla sırıtır. Bu gibi defolar nedeniyle Tebow’un 2010 NFL draftinde 2. veya 3. turda seçilmesi bekleniyordu. Muhteşem kolej kariyerine rağmen NFL tipi hücum setlerine alışkın olmaması, pas atma rutininin (geriye 3-5-7 adım sekansları ve pocket’a girip orada kalabilme) bozuk oluşu ve “önce koş, sonra pas at” olarak özetlenebilecek eğilimi NFL scoutlarında şüphe yaratıyordu. Yine de Jon Gruden ve Tony Dungy gibi baş koçlar ondan ümitliydiler. Denver koçu Josh McDaniels da aynı fikirdeydi ve Tim Tebow’u daha ilk turda –birkaç draft hakkı da vererek- 25. sırada seçer.
NFL’in standart sıcaklık ve basınç şartlarında, yeni draft edilmiş bir QB, diğer pozisyonlardan farklı olarak, ilk bir-iki yıl oynamayı beklemez. Takımın hücum sistemini, rakiplerin savunma taktiklerini öğrenmesi zaman alır. Bu sürede, takımın 3 numaralı QB’si olarak oyun kitabını hatmeder, tüm maç analizlerine katılır, QB toplantılarında hocalarının ve ağabeylerinin ağzından çıkan her şeyi dinler. Sindire sindire "mesleği" öğrenir. Sıkı ağırlık çalışmalarıyla vücudunu profesyonel futbolun gerektirdiği seviyeye çıkarır, birkaç hazırlık maçında yer alır ve antrenmanlarda da bazen tutucularla çalışır. Oynamak için sırasını bekler. Elbette takımın ilk QB’si Kyle Orton değilse…

Kyle Orton kimdir, muharrir neden ona uyuzdur kısmına girmeyeceğim. Fikrimce kendisi tutarsız ve baskı altında dağılan bir QB’dir. Orton bir dönem Chicago Bears’in QB’iydi. O dönemde bu blogun yayın hakkını elinde bulunduran zat, Şikago basınının gazına gelip kendisini manevi kardeş bellemişti. O nedenle Orton konusunu burada keseyim.

Kyle Orton, Denver oyun kurucusu olarak 2010’u hayretlere seza şekilde iyi geçirmesine karşın sakatlanır ve son 3 hafta Tim Tebow ilk onbirde sahaya çıkar (birinci yedek QB Brady Quinn’in işi kapamamış olması da ayrı bir trajedidir). Tebow 3 maçta 1 galibiyet 2 yenilgi alır, 5 TD, 3 de INT atar. 26 Aralık 2010’daki maçta ilk yarıyı 17-0 geride bitiren Broncos maçı 24-23 kazanır ve Tebow NFL’deki ilk galibiyetini alır. 

Tim Tebow, "student of the game"

2011 sezonunda artık yeni bir hoca (John Fox) ve John Elway vardır. Ve onlar daha bir “pocket QB” olan Kyle Orton’la sezona başlamayı seçerler. Ancak Kyle beklenen "ortonluğunu" tüm ihtişamıyla ortaya koyar. İlk 5 haftada toplam 8 TD, 7 INT atar. Denver’in vahşi atları sadece bir galibiyet alabilmişlerdir. Kyle Orton 9 Ekim’deki Chargers maçında oyundan alınır ve yerine Tebow girer. Tim bir koşu, bir de pas TD’ı yapmasına karşın Denver maçı kaybeder. Kyle Orton Bronco olarak bir daha topa değemeden 22 Kasım’da da takımdan kovulacaktır.

Tebow NFL’de ilk onbir oyuncusu olarak ilk maçına Miami Dolphins karşısına çıkar. Denver maçın büyük bölümünde bir varlık gösteremez ve 15-0 geriye düşer. Fakat maçın son 3 dakikasında Tebow’un önderliğinde 15 sayı yapan Broncos maçı uzatmada 18-15 kazanır. Ertesi hafta Detroit Lions'la oynarlar. Tim genelde "tebowing" yerine "down" pozisyondadır ve maçı 45-10 kaybederler. Fakat sonraki hafta, Tebow’un iki TD yaptığı maçta deplasmanda Oakland Raiders’i 38-24 yenerler. Bir sonraki maçta yine rakip sahada K.C. Chiefs karşısında Timitimi sadece 2 isabetle 8 pas atar. Bir QB için utanç verici bir istatistik olması gereken bu performansa rağmen Tebow maçın sonlarında 56yd’lık TD pasıyla maçı kazandırır.

Sonraki maç NY Jets iledir. Son çeyrekte Broncos 13-10 gerideyken Tebow 95 yd’lık bir drive organize eder ve 20 yd’lık koşu TD’ını kendi yaparak maçı takımına kazandırır. Mucize mırıltıları yavaştan duyulmaya başlar. Tebow’un maç sonu dua pozundan esinlenen www.tebowing.com sitesi hit rekorları alır. Herkes sağda solda “tebowing” yapmaya başlar. 

Ertesi hafta Tebow’un 22 denemede 67 yd koştuğu maçta Denver yine geriden gelerek Chargers’i uzatmada 16-13 yener. Benim gibi 3-5 imansız hafiften uyuz olmaya başlar.

Tebowlama

Sonraki maç Minnesota Vikings karşısındadır. İnanmayacaksınız ama Denver yine 4. Çeyrek’te geriden gelir, beraberliği sağlar ve uzatmada maçı 35-32 kazanır. Tebow’un nasıl olup da bu derece kötü oynarken sürekli kazandığına dair analiz, inceleme ve mucize yazıları ABD basınında ayyuka çıkar. Pensilvanya’da bir çiftlikte ortalık karışır.

Ve geçen hafta…. Denver, Chicago Bears karşısında berbat bir hücum düzeni uygular ve ilk üç quarter sayı yapamaz. 4. Çeyrek’te Ayılar 10-0 öndedir. Maçın bitimine 2 dakika kala Tim Tebow’un TD pasıyla durum 10-7 olur. Top tekrar Denver’a geçtiğinde Tebow yine bocalar. Ama 8 sn. kala Matt Prater 59yd’lık FG ile maçı uzatmaya götürür. Uzatmada Bears skora doğru giderken RB Marion Barber’in (imansız herif!! - Blog sahibi notu) fumble’ı sonucu top Denver’a geçer. Tebow takımını biraz ilerletir ve Matt Prater bu defa 51 yd’lık FG ile takımına maçı kazandırır. Blogun haklarını elinde tutan arkadaş kezzap içerken son anda engellenir. Ama daha acısı herkes Prater yerine Tebow’u konuşmaktadır. O ise maç sonunda dua ediyor, röportajda tanıştığı kanserli çocuklardan bahsedip Tanrı’sına şükrediyor.

Tebow omuzlarda...

Bu aralar Amerikan futbolunda böyle bir fenomen var arkadaşlar. İsteyen dilediği gibi yorumlayabilir. Maçların 3/4’ünde rezalet oynayan bir QB, maçın son bölümünde aslan kesiliyor. Yaptıkları, stili göze hoş gelmiyor belki. Paçası tutuşmuş gibi oradan oraya seyirtiyor, gayrı estetik paslar atıyor ya da çılgın koşular yapıyor. Ama bir şekilde takımına şans yaratıyor. Ya Jets maçında olduğu gibi koşarak TD yapıyor ya da de becerikli kicker’ının ayaklarına fırsat yaratıyor.

Ancak şunları da biliniz: Denver’in çok iyi bir savunması var (son 8 maç için 20.3 sayı/maç veriyorlar). 4. Çeyreğe kadar 2 skor dezavantajıyla (6-14 sayı) gelebilen bir takımın maçı kazanma olasılığı her zaman vardır. Üstelik bu “mucizevi “ süreçte Denver hep ya kötü takımlarla (Miami, Kansas City, Minnesota) ya da krizdeki takımlarla oynadı (Chicago, Jets, Chargers).

Bir sürü insan Tim Tebow ve dini bütün Hıristiyanlığından çok iyiliğinden ve yardımseverliğinden etkileniyor. Bence “iyi” bir insan olmak dinden çok ahlakla ilgili bir şey. Ve biliyoruz ki ahlaki normlar dinlerden çok önce vardılar bu yeryüzünde. Dinsiz ve imansız ne melekler tanıdık. Dakika başı Tanrı’yı anan, beş vakit kiliseyi aksatmayan şeytanlar da gırla. Tim Tebow’un bizim için önemi ne kadar iyi bir QB olabileceğinden öte değil aslında. Herkesin dini kendine… Zaten o da söylüyor “Tanrının bu oyundan önemli işleri var” diye… Zeki, çevik, ahlaklı ve sofu… Buyur buradan yak! 

Şahsen elbette Tim Tebow’un başına kötü bir şey gelsin istiyorum. Her hafta, birçok kişinin “mucize” dediği şeyleri başaran böylesine iyi ve efendi bir insanın var olduğunu bilmek, kendi günahlarımı, kötülüklerimi ve gerçekleştiremediğim mucizeleri hatırlatıyor bana. Kendime kızamayacağım için ona ileniyorum. Dolayısıyla İmanlı Bay Tebow’un tez vakitte ya yaşı küçük bir kızla basılmasını, ya dopingden yakalanmasını ya da vergi kaçırmaktan enselenmesini istiyorum. Hepsi beraber olursa da kabulüm.

Tom Brady ile Tim Tebow'un zevklerinin tutmadığı kesin


Tim'in özel hayatı ile ilgili muhtelif spekülasyonlar mevcut


Ama Tanrı’nın bu isteklerime pek yüz vermeyeceğinin farkındayım. O nedenle başka bir duam var. 18 Aralık Pazar günü, New England Patriots’un Denver Broncos’u evire çevire yenmesini istiyorum. Bir hezimet istiyorum. Patriots QB’si Tom Brady’nin şöyle 350 yd - 5TD atarak Denver’i pespaye etmesini arzuluyorum. 42-10 falan bitsin maç lütfen. 

Patriots’u çok severim ama asıl motivasyonum bu değil. Bilenler bilir, tarihin en başarılı QB’lerden Tom Brady abimiz Brezilyalı dilber Gisele Bündchen ile evli. Bir oğulları var. Allah tek yastıkta kocatsın. Daha önce Bridget Moynahan’dan da bir çocuk sahibi usta. Tim Tebow ise son bir yılda orucu bozmadıysa hala milli formaya hasret bir mümin. 

Şimdi sağ ve sol omzunuzdaki melekleri karşınıza oturtun, onlara iyice bakın ve kendinize dürüstçe sorun lütfen… Pazar akşamı Gisele Bündchen mi, Kitab-ı Mukaddes mi kazansın? Amin! 




12 Aralık 2011 Pazartesi

Ayılar Nazara Geldi

16 Kasım'daki yazımda Chicago Bears için yakın geleceği parlak yorumunu yapmıştım. O yazıdan sonra San Diego Chargers'ı 31-20 yendik ve 7-3'e çıktık. Gelgelelim QB Jay Cutler o maçta sakatlandı. Sakatlandığı pozisyonun da aslında QB'lik mesleğiyle pek ilgisi yok; INT atması yetmemiş gibi topu kapan vatandaşı kovalamaya kalkıp Chargers LB Donald Butler tarafından sert biçimde bloklandığı (teknik olarak buna tackle diyemeyiz) pozisyonda büyük ihtimalle sakatlandı. Büyük ihtimalle diyorum çünkü Cutler bu pozisyondan sonra oyuna devam etti.


Jay Cutler TD için uçacak kadar cesaretli bir futbolcu


Cutler sakatlanınca yedek QB Caleb Hanie'ye gün doğdu. Kendisi 2008 yılında Bears tarafından draft edilmiş, bugüne kadar hep 3. QB olarak görülmüş, ama bu sene muhtemelen Todd Collins fiyaskosundan sonra ilk defa QB derinlik sıralamasında 2. sırada yer almış müzmin bir yedek. Hanie, geçen sezonki NFC finalinde Cutler sakatlandıktan ve Collins sı..., pardon, batırdıktan sonra 3. QB olarak oyuna girmiş ve 1 TD, 153 yarda pas ile göz doldurmuştu, attığı 2 INT ise hem maçın gidişatı sebebiyle (Bears Green Bay'e elendi ve SuperBowl'a çıkamadı) hem de tecrübesizliği sebebiyle fazla göze batmadı. (Bu maçla ilgili yazım buradadır)

Caleb Hanie, Pazartesi sabah erkenden ayrıntılı çalışmaya başlamak üzere Halas Hall'a geldi. Ancak önüne müthiş bir engel çıkmıştı. Bears'ın Cutler'dan önceki QB'i Kyle Orton takımı Denver Broncos tarafından serbest bırakılmıştı. Serbest derken, waivers denen bir yere bırakılmıştı aslında. Chicago Bears da Orton'a talip oldu. Ama waivers kurallarına göre Bears'dan önceliği olan Kansas City Chiefs Orton'u kaptı. Hanie için bu engel atlatılmış ve derin bir nefes alınmışken, Bears da gidip boştaki Josh McCown'u aldı (her takıma 3 tane QB gerekir). Bu transferin en önemli sebebi, McCown'un bir süre hücum koordinatörümüz Mike Martz'ın sisteminde oynamış olması. Yani ilk 11 için direk tehdit sayılmazdı.

Oakland Raiders

Bütün hafta Caleb Hanie için oldukça heyecanlı geçmiştir illa ki. 7-3 Bears'ın kabaca kalan 6 maçtan 3'ünü kazansa bile playoff'a kalacağı, takımın diğer unsurlarının sağlam olduğu, aslında QB'e bile pek ihtiyaç olmadığı düşünüldüğünden, Oakland Raiders maçı için kimse çok fazla endişeli değildi. Gelgelelim Hanie maça oldukça tutuk başladı. Sadece sayısal değerler olarak değil, sahada duruşu bile kötüydü. İlk yarıda 3 INT attı, ama sonra toparladıı ve 2 TD pası verdi. Koşucular iyiydi; ikinci RB Marion Barber'ın (kendisine birazdan döneceğiz) stili Raiders'a ters gelmiş olmalı ki, bir ara hep o oynadı ve 10 denemede 63 yarda yaptı. Esas RB Matt Forte 12 denemede 59 yarda ve QB Caleb Hanie 5 denemede 50 ile koşu oyununa iyi destek verdiler. Hanie'nin 5 koşusundan ikisi durum umutsuzken imkansız first down'lar kazandırdı. Gelgelelim maçı Bears 23-20 kaybetti.

Cutler maç boyunca Hanie'den muhabbetini eksik etmedi

Maç sonrası yazarlar Caleb Hanie hakkında ikiye bölünür gibi olsa da, ilk günün etkisi geçince hemen hemen hepsi hiç tecrübesiz Hanie'den mucize beklenmemesi gerektiği, ilk INT'lardan sonra toparlandığı ve bardağın dolu tarafına bakılması gerektiği üzerine mutabık gibiydi.

Kansas City Chiefs

Maç öncesi haftasında bu sefer Minnesota Vikings tecrübeli QB Donovan McNabb'ı serbest bıraktı. Elbette transfer söylentileri hemen başladı; McNabb Eagles'ın yakın zamana kadar yıldız QB'si idi, üstelik Chicago'nun öz çocuğu idi. Gelse ne iyi olurdu.

Kansas City maçının Hanie için fırsat olabileceği söylenebilirdi. Chiefs 4 maçtır yeniliyordu , QB'leri Tyler Palko berbat idi. Dikkatleri dağıtabilecek tek şey, yeni transfer ettikleri, Bears'ın uzanamadığı Kyle Orton'un oynama olasılığıydı.

Hanie maça bu sefer çok çok kötü başladı. Üstelik 2. çeyrekte yıldız RB Matt Forte de sakatlandı. O aşamada pas oyunu da, koşu oyunu da büyük yara almış oldu. Hanie maçı 3 INT, 133 yarda pas ve 23.8 QB rating ile bitirdi. 3'üncü down başarısı 0/11 idi. Maç da 3-10 kaybedildi. Bir ara Palko oyundan çıkarılarak yerine Orton alındı, ama Orton sadece tek oyunda sakatlanarak yerini tekrar Palko'ya bıraktı. Böylece Bears'ın ne kaçırdığı da görülemedi.

#22 Matt Forte yerde...

Wild card yarışında (Green Bay henüz mağlubiyet almadığından tüm hesaplar wild card üzerine yapılıyor) Bears'ın tüm rakipleri aynı hafta yenilince Ayılar herşeye rağmen avantajlı konumunu korudu. Bir de Hanie'nin -yeterli olmasa da- yine maçın sonlarına doğru açılması, yedek RB Barber'ın fena olmayan performansı teselli oldu.

Denver Broncos

Burada uzun uzun "Tebowmania"'yı anlatmak istemiyorum (sesim geliyor mu editör?) ama, rakip Denver'ın Tim Tebow adında, Türkiye'de olsa "bu adam QB değil!!!" diye tükürüklü iltifatlara mazhar olacak bir QB'si var. Bu QB'e karşı Hanie bu maçta hiç INT atmadı ve hatta QB rating'de rakibini 79.9'a 68.3 geçti. Ama maç 10-13 kaybedildi. (Bu sonuç da çıktığı 5 maçın 4'ünü kazanmayı beceren Tebow'u iyi özetliyor aslında)

Maça damgasını vuran ise sakat Forte'in yerine oynayan RB Marion Barber idi. Aslında hücum açısından kısır maçta 108 yarda koşu ve 1 TD, ve hatta 32 yardalık 2 pas alma ile maçın iki takım açısından da en yıldız hücumcusu olması gerekiyordu. Ama önce maçın bitimine 1:55 kala Bears 10-7 öndeyken ve top elinde koşarken saha dışına itilince (saha dışına çıkınca saat durur, maçın bu aşaması için büyük hata) Broncos'un son hücumu için zaman kaldı ve onlar da kicker Prater'in 59 yd'lık FG sayesinde maçı uzatmaya taşıdılar.

Uzatmada Bears para atışını kazanınca ilk hücum hakkını eline geçirdi. FG yapabilecek kadar da ilerledi, ama son hücumda Marion Barber fumble yapınca top Broncos'a geçti. Onlar da sonraki hücumlarında FG yaparak maçı 13-10 kazandılar.

Depresif resim koymadım bu sefer; Barber TD yaparken

Bundan sonra ne olur?

Kaldı 3 maç. Cutler sakatlığı sonrası 6 maçtan 3'ünü kazanmak playoff için yeterli deniyordu, ama Bears ilk 3 maçı da kaybedince umutlar çok azaldı. Şu an aktif wild card yarışındaki takımları, rekorlarını ve kalan maçlarını verelim:

Falcons 8-5 Jacksonville(H) 4-9, New Orleans(A) 10-3, Tampa Bay(H) 4-9
Detroit 8-5 Oakland(A) 7-6, San Diego(H) 6-7, Green Bay(A) 13-0
Giants 7-6 Washington(H) 4-9, NY Jets(A) 8-5, Dallas(H) 7-6
Bears 7-6 Seattle(H) 5-7, Green Bay(A) 13-0, Minnesota(A) 2-11
Cowboys 7-6 Tampa Bay(A) 4-9, Philadelphia(H) 5-8, NY Giants(A) 7-6
Arizona 6-7 Cleveland(H) 4-9, Cincinnati(A) 7-6, Seattle(H) 5-7

Buna göre Falcons bir mucize olmazsa 3 maçtan 2'sini kazanarak playoff'a çıkar. Kalır tek takımlık yer. Detroit kendisi gibi, ama AFC'de wild card mücadelesi veren Oakland'ı yenerse büyük ihtimalle çıkar; son maçları Green Bay ile, biz onları yenersek nasıl olsa 16-0 iddiası kalmayacağı için GB iyice yatar. New York Giants ile Dallas Cowboys aynı grupta 1. ve 2. sıradalar ve son hafta maçları var. Bu maçta kan çıkar ve biz Ayısever taraftarlar olarak inşallah bu maçı dikkatle takip edecek durumda oluruz. Tabii kalan 3 maçtan en az 2'sini kazanacağımızı varsayarsak. Sondan ikinci maçtaki rakibimiz ve düşmanımız Green Bay'in gözümüzün yaşına bakacağı pek ihtimal dahilinde değil elbette...