Eurosport.com.tr editörleri, 2011 bisiklet sezonuna dair önemli gördüğüm anları yazmamı istediler. Yazı dün yayınlandı. Bugün de bizim bloga koydum. 2012’nin bol yarışlı, çok çekişmeli, az kazalı bir bisiklet sezonu getirmesini dilerim.
Herkese mutlu ve sağlıklı yeni bir yıl dileğiyle...
WOUTER WEYLANDT (1984 – 2011)
Fabio Casartelli’nin kazasını görmemiş kuşaktanım. Tevellüte bakarsan Tom Simpson’un ölümünü hatırlamaya bile yeter ama o zamanlar Formula 1 bisikletten önemliydi, o tarafa yoğunlaşmıştım. Andrei Kivilev ve Isaac Galvez’den de geç haberim oldu, TV’de de seyretmedim. Doğrudan tanık olmadığı, başkasının başına gelen felaketleri çabuk silen, seçici bir hafızası var insanoğlunun.
Wouter Weylandt 2010’da Giro’da etap kazanmış olmasına rağmen pek dikkatimi çekmeyen br sporcuydu. Leopard Trek’e geçtiğine de, Giro 2011 takımına seçildiğine de çok dikkat etmemiştim, itiraf edeyim. 9 Mayıs 2011 Pazartesi günü işten biraz erken kaçtım. Eve gelip TV’yi açtığımda Caner’in sesi oldukça sıkkın çıkıyordu. Kameralar da yarıştan çok, yolun ortasında bir yeri gösteriyordu sürekli. Bir şeyler olduğu belliydi ama yarış bitene kadar kötü haber gelmedi. Ondan sonra da her tür sosyal medya kaynağı Weylandt’ın hayatını kaybettiğini bağırmaya başladı.
Weylandt’ın 2009 Katar Turu’nda yakın arkadaşı Nolf’ü kaybedişini, gencecik yakışıklı halini, hamile karısını, daha doğmamış çocuğunu öğrenince, boğazla göğüs arasına yerleşen yumru gittikçe büyümeye başladı. Birkaç gün kederin o meşhur 7 döneminin ilk dördü arasında dolaştım durdum.
“Bisiklete binerken düşmüş.” cümlesi, çoğunlukla dizi kanamış çocuklar içindir. Huzur ve neşe dolu bir aktivitenin ölüme neden olabileceğini fark etmek, güven ve eğlence kavramlarının şirazesini bozuyor. Senna’nın ölümü de beni çok sersemletmişti ama “tehlike” yarış arabası denen şeyin ayrılmaz bir parçası. Halbuki, bisiklet, çocukluğu, masumiyeti, yaz mevsimini düşündürür. Hediyedir bisiklet. Pislet üstünde risk en fazla gidonu bırakmaktır yahu. Ölüm nereden çıkıyor?
Genç, hayat dolu, sağlıklı birinin ölümü iki kapı açıyor içimde. İlki, yaşamın anlamsız, kıymetsiz olduğu, herhangi bir katma değer içermediği duygusu. Diğeri de, güneşli bir bahar günü, bir yokuştan bisikletle uçarcasına inerkenki coşku ve mutluluk için, yaşamın çok pahalı bir bedel olmadığını farketmenin şaşkınlığı… Önce ilk kapı, sonra diğeri sırayla açılıp kapanıyor önümde. Aradan Tom, Fabio, Andrei, Isaac ve Wouters gözüküyorlar.
SONUNDA… Cadel Evans, Fransa Turu 2011
Belki de sıkıntı yıllardır Davitamon/Predictor/Silence Lotto’da yer almasıydı. Belçika bisikletinde Fransa Turu farzdan ziyade sünnet sayılır. Merckx’e rağmen o memleketin beş şartı Roubaix, De Ronde, Fleche, Liege ve Ghent – Wevelgem. Cadel ise bir etap yarışçısıydı. Bunun sıkıntısını hep yaşadı. 2007 ve 2008’de Fransa Turu’nu ikinci bitirirken hep “bir yokuş domestiği daha olsaydı” dedik ama yoktu. 2009 ve 2010’da Tour’da şansı yaver gitmese de Dünya Şampiyonu oldu ve Fleche Walonne’u kazandı.
Fakat Evans bu seneye planlı geldi. Az yarıştı, her yarışında derece aldı. Tour’a Dauphiné’deki güzel sonuçla, moralli başladı. Yine çok kuvvetli bir yokuş domestiğine sahip değildi ama BMC son derece güzel bir yarış koştu turun ilk bölümünde. Favorilerin takır takır yarış dışlı kaldıkları günlerde Cadel hiç kazaya karışmadan bir etap zaferi ve 2 ikincilik kazandı (biri ITT). Hala kazanacağına pek inanmıyordum gerçi, gözüm Alberto’daydı. Hoş, Contador formda ve/veya sakat olmasa yine kazanamazdı. Ancak L’Alpe d’Huez’de tek başına Andy’nin peşine düşüp kayıplarını azaltması ve ertesi gün Grenoble’da koştuğu müthiş TT ona zaferi getirdi.
Gelecek sene 35 yaşında olacak. BMC’nin kaynaklarını artık Gilbert ve Hushovd’la paylaşacak. Bu transferler takımın kimyasını bozacak mı, göreceğiz. Ama Cadel’in 2010 Fransa Turu’nda üzüntüden, bu seneyse Paris’te sevinçten ağladığını gördükten sonra kazanmasa da olur. O iyi bir insan ve iyiler bu sporda çok fazla kazanamazlar. İyi insanlar Sarı Mayo’larından birini Aldo Sassi’nin dul eşine hediye ederler ve gönlümüzde taht kurarlar. Önemli olan da budur...
COL d’IZOARD – Andy Schleck (TdF 2011 18. Etap)
Izoard yokuşunun en dikleştiği yerde ayağa kalktın ve yerçekimi seni azat etti. Dünyanın en iyi yokuşçuları arkandan baktılar, seni takip etmeye cesaret edemediler. Belki düşündükleri bir şey vardı, bilemem. Etabın sonuna daha 63 km vardı. Ama biz, çok yıllardır favorilerden bu kadar erken bir atak görmemiştik. Aslında hiç görmedik, kitaplardan okuduk hep. Coppi’nin, Merckx’in 50, 60, 100 km’lik solo atakları “modern zamanlar”da tedavülden kalkmıştı.
Herkesten hızlı çıktın Izoard’ı. İyi bir inişçi olmadığını biliyoruz. Maxime Monfort yardım etti, elinden tutup indirdi dağın dibine. Galibier’ye doğru farkı 3:30’a kadar çıkardın. Hepimizin içi kıpır kıpır oldu. Sana söyleniyoruz ama biz de bıktık zamana karşıyla TdF kazananlardan. Bu defa, inatçı, kimsenin sözünü dinlemeyen biri, sadece yokuş çıkarak Tour’u kazanacak gibiydi. Devrim geliyordu.
Ama dünyanın en iyi bisikletçileri peşindeyken 60 km atak yapmak zor zanaat. Galibier’de etabı kazandığında fark yarıya düşmüştü. Sarı Mayo’yu alamadın. Paris’te yine ikinciydin. Can Baba affetsin, Fransa Turu devriminin en hızlı 60 km’sini sen koştun. Ama aşk olsun sana çocuk! Tour böyle kazanılmaz ki!
TUZAK - Fabian Cancellara & Paris - Roubaix
Yayınlarda, şurada burada söylüyoruz. Tek günlük yarışları favori gösterilen sporcunun kazanması zordur. Rakip takımlar dikkatlerini ona yöneltip atak yapmasını önlerler. Sürekli markaj altındadır. Fabian Cancellara daha bir hafta önce, De Ronde’yi aynı şekilde kaybetmişti. Yarışın son bölümünde, kaçış grubuna çaktırmadan sızıp hiç çalışmadan sprint finişi bekleyen Nick Nuyens’e geçilmişti. Son kilometrelerde Cancellara’nın etrafından su isteyip alamaması yarışın onun için özetiydi.
Fabian P-R’yi iki kez kazandı. 2010’daki zaferde, müthiş gücünden aldığı cüretle önden atak yaparak kazanması herkesi korkutmuştu. Bu seneki yarışta tüm gözler onun üstündeydi. Yarışı kazanmayı en çok isteyenlerden biri de Thor Hushovd’du. Gökkuşağı mayosuyla velodromda zaferi kazanmaktan daha güzel ne olabilirdi? Yarış başta ikisinin de istediği gibi gitti. Paris-Roubaix gibi kaza ve lastik patlatmanın çok normal olduğu bir yarışta son bölüme kadar sorunsuz geldiler. Aralarında Tom Boonen’in de olduğu birçok favori çeşitli kaza ve aksilikler sonucu denklemin dışına düşmüşlerdi. Önde değişik takımların domestiklerinden oluşan bir kaçış grubu, arkada da Cancellara, Hushovd ve A. Ballan kalmıştı. Farkı kapatmak için çok çalışmaya razıydı Fabian ama yardım gerekiyordu. Hushovd önde takım arkadaşı olduğu için yardım etmeyi reddetti. Ballan da kendi kazanma şansının çok az olduğunu bildiği için çalışmadı. Fabian bir süre kendi işini kendi gördü ama Roubaix velodromuna Thor’la beraber girerse kazanamayacağının farkındaydı. Hushovd için çalışmak düşünülemezdi. Takibi bıraktı. Öndeki grupta en güçlü olan Johan Van Summeren’di. Kaçtı ve dünyanın en anlamlı kaldırım taşını kazandı.
Futbolda “Kazanamıyorsan kaybetme” formülü vardır. Ama bir profesyonel bisikletçinin tüm kariyeri kaybederek geçtiğinden, bu acımasız sporda formül başkadır: “Kazanamıyorsan, rakibin de kaybetsin!” Bisiklet fena halde hayata benzer… Biraz daha acımasızdır.
ANNUS MIRABILIS - Philippe Gilbert & 2011
Gilbert’in bu sezon gibi bir yıl daha geçirmesi olanaksız gözüküyor. Strade Bianche, Brabantse Pijl, Amstel Gold, Fleche Walonne, Liege-Bastogne-Liege, Belçika Turu (GK), Ster Tour ZLM (GK), San Sebastian, Belçika şampiyonluğu (yol ve TT), GP de Quebec. Başka da var. Amstel, Fleche ve L-B-L toplam 8 gün içinde kazanılan 3 dev yarış. Ayrıca, söz verdiği üzere (!) Fransa Turu’nda ilk etabı kazandı ve yarış boyunca her 3 mayoyu da giydi.
Bu sezon Gilbert’le ilgili iki an var gözümün önünde. Biri Schleck Biradeler’i kedi fareyle oynar gibi elimine edip hayalinin yarışı L-B-L’i kazanması. Diğeriyse Amstel Gold’da Cauberg’in sonuna doğru amansız yokuş sprintiyle Joaquin Rodriguez’i geçerken ahalinin (ve benim) çığlıkları.
Alzheimer bastırmadan Philippe Gilbert’in 2011 sezonuna şahit olduğumuz için çok şanslıyız.
L-B-L 2011...Gilbert en çok kazanmak istediği yarışı zaferle bitirirken arkada "Biraderler"
UMUTSUZ TAKİP… Mİ ACABA? – Thomas Voeckler (TdF 19. Etap)
Voeckler de yarış hayatının en iyi senesini geçirdi 2011’de. Şubat ayında, daha sezonun 2. yarışında birinci oldu. Paris - Nice’de iki mükemmel etap kazandı ki bunlara artık “klasik Voeckler zaferi” demek gerek. En hızlı ve en güçlü olmadan, zeka ve analiz yeteneğiyle yarış kazanmak Voeckler’in becerisi. Fransa Turu’nda, ister şans deyin ister fırsatı değerlendirme, Sarı Mayo’yu eline geçirdi ve tam 10 gün bırakmadı; harika bir inatçılık ve takımıyla sıkı bir dayanışma gösterdi.
Bence Voeckler’in en ilginç hamlesi TdF’ın 19. Etabında geldi. Aşağıda bahsedeceğim gibi, Contador’un Télégraphe üstü Galibier atağına tek başına cevap verdi Voeckler. Taktiksel olarak delice bir hamleydi. Voeckler’in önde giden Alberto ve Andy gibi bir yokuşçu olmadığını herkes biliyor. Takım arkadaşı olarak Pierre Roland’dan başka kimse de yoktu ortalıkta. Göze pek hoş gelmeyen yokuş stili, dalgalarda sallanan Karadeniz takasını anımsatır. Sağa sola devrilerek çıkar. Sarı Mayo’yu korumak için umutsuzca olduğu baştan belli bir çabaydı. Jean René Bernadeau’nun telsizden vazgeçmesi için yırtındığına eminim. Sonuçta bu anlamsız cesaret gösterisi Thomas Voeckler’e Sarı Mayo’ya; hatta ilk üçe mal oluyor.
"Andy ve Alberto gibi yapamıyorum ben bu yokuş çıkmayı yaw!?"...
Ama Thomas Voeckler, Fransızlar’ın “savaşarak yenilen”e; hele de kendi vatandaşıysa taptıklarını çok iyi bilir. Bu umutsuz atakla halkının gözünde çok daha büyük bir yer edindi. Hinault’dan beri bir şampiyon çıkaramayan Fransa tutunacak başka bir dal buldu. Champs Elysées’de podyumda olmamak, halkın seve seve verdiği “Kahraman” payesi için küçük bir bedel değil mi?
ONURUM İÇİN – Alberto Contador (TdF 19. Ve 20. Etaplar)
Fransa Turu 19. Etap. Etap sadece 109 km ama Col du Telegraphe, Galibier ve L’Alpe d’Huez var mönüde. Bir gün önce Andy’nin atağıyla kendimizden geçmişiz. Bugün de Contador, kırılan gururunu onarmak için atağa kalkıyor. Sonu L’Alpe d’Huez’de bitecek bir etapta 2 tepe önceden atağa kalkmanın zorluğunu düşünmek bile yorucu. Tarihin en ağır Giro’sunu güle oynaya kazanmış ama Fransa Turu’nda yorgunluk, doping soruşturması ve diz sakatlığıyla uğraşan, kendinden umulmayacak kadar pasif bir yarış geçiren şampiyon, gücünü son damlasına kadar harcamaya kararlıydı. Andy, L’Alpe’in başına kadar yanında kalabildi ama o da pes etti sonunda. Son 12.5 km’de Contador dağdaki 300,000 kişinin delilik sınırındaki tezahüratıyla son kaçakları da yakalayıp geçti. Ama olamadı. Genç Pierre Roland etabı alıp 25 yıl sonra L’Alpe d’Huez’i kazanan ilk Fransız olarak tarihe geçti, Alberto ise Samuel Sanchez’in ardından etabı üçüncü bitirdi.
Alberto'ya çok da üzülmeye gerek yok elbette, 3 ay önce tarihin en zor Giro'sunu domine etmişti
Ertesi gün Grenoble’da tüm gözler Andy ve Cadel Evans’daydı belki ama Alberto Contador Fransa Turu’na yaraşan saygıyı göstererek etabı üçüncü bitirmeyi başardı Clenbuterol kullandı mı kullanmadı mı bilmiyorum. Ama bazen “galip sayılır bu yolda mağlup” denir ya hani, işte Alberto Contador da Fransa Turu 2011’in 19. ve 20. etaplarında nasıl bir yarışçı ve sporcu olduğunu gösterdi. Onurunu, gururunu korudu.
LIVORNO’DA MATEM – Leopard Trek & Tyler Farrar
Bu sahneyi hiç unutmayacağım. Bir can uçmuş gitmiş. Geride kalan kendine mi üzülür, gidene mi acaba? Tüm Livorno caddeleri “WW108” pankartlarıyla dolu. Weylandt’ın takım arkadaşları, yanlarına en yakın arkadaşı Tyler Farrar’ı da davet etmişler. Yan yana finiş çizgisini geçiyorlar. 70 metre geriden peloton geliyor. Wouter’in rakipleri ve meslektaşları o yetmiş metrelik boş asfaltta yoldaşlarına saygılarını gösteriyorlar. Tyler ağlıyor. Biz dudaklarımızı ısırıyoruz… WW108!!!
GENÇ BİR DOMESTİK – Matthew Busche (ToC 2011 7. Etap)
Gecenin bir saati Eurosport’ta konuk yorumcuyum. Berkem’le beraber Claremont - Mount Baldy etabını anlatacağız. Sarı Mayo Chris Horner’da. İkimiz de Horner’a sevdalıyız. Onun zaferini anlatmak istiyoruz. Ben akşam yemeğinde fazladan bir kadeh şarap da çekmiş miydim acaba? Heyecanlı ve beklenti içindeyiz.
Radio Shack, Sarı Mayo’yu korumak için önde tempo yapıyor. Takım elemanları teker teker kendilerini Horner ve Leipheimer için feda ediyorlar. Yokuş sertleştiğinde önde Dimitri Muravyev var. Tükenene kadar elinden geleni yapıyor. Son domestique olarak Matthew Busche öne geliyor. Levi ve Horner ona tutunuyorlar. Yokuşun eğimi artıyor ama Busche tempoyu düşürmüyor. Arka taraf, sonbahar yaprakları gibi…. Dökülen dökülene. Gecenin dingin saatinden mi, yayının kalitesinden mi, ekstra şaraptan mı, Busche’nin bu fedası beni benden alıyor. Gücünü son damlasına kadar kullanışı, tükenip yana çekildiği anda yorgunluktan duracak raddeye gelişinden çok etkileniyorum.
M.Busche Mount Baldy eteklerinde Horner ve Leipheimer'i çekiyor
Üstünden 7 ay geçti ama Kaliforniya Turu dendiğinde gözümün önüne Matthew Busche’nin tek başına tüm pelotonu dağıtışı geliyor. Hincapie gibi, Szymyd gibi “super domestique” olmadıkça, adları, yüzleri hafızaya kazınmayan bu çocuklar, bisiklet sporunun gerçek emekçileri. Yıldızlardan önce onları hatırlayalım.
EVİMDEN YARIŞ GEÇTİ – Cumhurbaşkanlığı Bisiklet Turu
Şehriniz iki kıtanın birleştiği yerdeyse, bir kıtadan başlayıp diğerinde biten bir parkur en cazip etaptır. Ve fakat İstanbul öyle alengirli bir şehir ki ToT organizatörleri bunu ancak 4 yılda başarabildiler. Sabah fotoğraf makinamı da alıp evden 200 mt yürüyüp parkurda yerimi aldım. Bu kadar. Acaip bir his. Bundan önceki yarışlara uçakla 3 saatte gittiğimden elbette zamanı ayarlayamadım ve oturup Van kahvaltı salonunda kallavi bir kahvaltı yaptık (neden Van?). Aksaklık olmadı mı, oldu tabii. Peloton Boğaz Köprüsü’nü geçtiğinde Kızıltoprak’ta, parkurun üstünde, koca bir TIR durmaktaydı. Polisler dahil kimse işin farkında değildi. Sonunda vatandaş müdahalesi yapıp polisleri uyardık (hatta sonuç almak için riski abarttık) da, kafile Saraçoğlu Stadı’nı dönerken koca kamyon çekilebildi. Sirenler, helikopterler derken bizim şerefli Kızıltoprak/Feneryolu Mahallesi de ahir günde bir yarış görmüş oldu.
"Bağdat Caddesi çocuğu" olmak 40 yılda bir işe yaradı
Tabii halkımız Pazar günü Bağdat Caddesi’nin kapanmasına alışkın değil. Duyuru yapılmıştır ama emniyet şeridinden gitmeyi en doğal insan hakkı sayan canım İstanbullu, yarış yüzünden kapanmış bir caddeyle yılmaz . Sabah önce spor yapıp sonra yarış seyretmek yerine mükellef bir kahvaltı için “arabayla” yollara düşmek İstanbullu’nun asil karakteridir. Bunu engellemeye çalışan polise sövülür (uzaklaşırken), yarışçıların 7 sülalesinin hatırı sorulur. Eleştirmiyorum, normal bu. İstanbullu’nun arabasında, arkada oturan çocuk, kolej sınavlarına hazırlanmak için zaten 4 yıldır beden derslerine sokulmuyor. Hafta sonunu dersanede, boş zamanını bilgisayarda geçirdiğinden bu yaşta obez ve kıpırdamakta zorluk çekiyor.
Paris’te 3 saat ayakta beklemiştim bariyer önündeki yeri kaptırmamak için, canım İstanbullu sayesinde 10, bilemedin 20 kişi keyifle yarış seyrettik. Sakin bir yerde olduğumuz için tüm peloton önümüzde hacet giderdi. Güzel havada bile, her etaptan sonra bisikletlerin neden yıkandığını artık anladım sanırım. Fotoğraf makinamda bir sürü işeyen adam resmi var. Hayır sapık değilim. Bisiklet yarışlarını seviyorum o kadar…