(Bu yazı serisinin bir bölümü Bilbao’da, gerisi İstanbul’da yazıldı-SG)
Noja-Bilbao
Bilbao’dayız. Yıllardır hep gelmek istedik, olmadı. Geçen sene Tourmalet’yle beraber görelim diye düşünmüştük ama beceremedik. Şehrin kendisi zaten sapa bir coğrafyada, “geçerken uğradım” demek zor. Pireneler’i aşıp gelmek lazımdı ama Oscar Lapize’deki sebatın %10’u bizde olmadığından başka bir bahara bırakmıştık. Ama 33 yıl aradan sonra La Vuelta Bilbao’ya tekrar uğramaya karar verince bizim için de yıldızlar sıraya girmiş oldu. Vuelta ve Bilbao 1978’e kadar uzun yıllar elele kolkola olmuşlar ama o yıldan beri ETA’nın tehditleri nedeniyle yarış Bask Ülkesi’nden geçmiyordu. ETA’nın koşulsuz silah bırakma kararı sonrası organizasyon ve Bask hükümeti yarışın eski merkezine geri dönmesinde anlaştılar. Böylece parkurun 3 günü Bask topraklarından geçecek şekilde düzenlendi.
Karım, baba mesleğini seçmemiş olmanın kefaretini, mimariye ve resme düşkünlükle ödüyor. Ben de ruhunun bir bölümünü bisiklet yarışları için şeytana satmış biriyim. Bu amaçla zaman ve para harcamayı, yol tepmeyi, saatlerce beklemeyi seviyorum. Bunca yıllık beraberliğin sonunda benim tutkum Deniz’e, onun mimari ve estetik sevgisi de bana bulaştı artık. Bilbao’da La Vuelta ve Frank Gehry’nin buluşmasına tanıklık etmeye geldik. 1980’lerde ekonomisi bozulup, ciddi nüfus kaybetmeye başlayan Bilbao, yeni bir müzenin etrafında kenti yeniden tanımlayan akıllı insanların şehri. Çılgın bir mimara müze yaptırıp şehrin kaderini değiştirmeyi hangi ortak zeka akıl edebildi acaba? Bu değişimin öyküsünü mutlaka bulup okumam gerek. Otelimiz müzeye 200 metre. Yazarken kafamı çevirdiğimde, pencereden, geometrik bir tarifi olmayan tuhaf binayı seyredebiliyorum. Herkes gemiye benzetiyor ama bana dalgalar ve akarken bir anda donmuş cam formalarını düşündürüyor. Titanyum paneller gün boyu ışığı her türlü kullandığından olsa gerek, binanın gece ışıklandırmasını abartmamışlar. Sade, alçakgönüllü. Gün boyu parıl parıl parlayan bina gece makyajını siliyor sanki. Hem kendine hem Bilbaolular’a bir nefes alma olanağı veriyor bence.
Hızlı geçen Şeker Bayramı haftası, valiz hazırlamayı bile son saatlere bıraktırdığından, 1-2 saatlik uykuyla geldik Bilbao’ya. İlk gün, enerjimiz bitmeden Guggenheim Müzesi’ni dört saat gezdik. Müzelerdeki klasik yanlışımı bu defa yapmadım. Genelde giriş katlarında çok zaman harcayıp kondisyonumu tüketir, en güzel eserlere geldiğimde bel ağrısı ve yorgunlukla pes ederim. Bu defa doğrudan üçüncü kata, en görmek istediğim sergi olan “Painterly Abstraction”a çıktık. 1949-69 arasında, çoğu Peggy Guggenheim’ın kendi koleksiyonu olan soyut dışavurumculuk örneklerini gördük, hayran olduk. Yaşamımda ilk defa bir “Jackson Pollock” gördüm, batı resminde pek adları anılmasa da Çinli ve Japon dışavurumcuların ne kadar güzel şeyler yapmış olduklarını fark ettim. En sevdiğim, kendime en yakın gelen resim akımının adının da “soyut dışavurumculuk” olduğunu bu sayede öğrenmiş oldum. Bazı şeyleri adını bilmeden de severiz netekim.
Bask Ülkesi’ndeki son 2 günümüzü La Vuelta’ya ayırdık. Aslında 3 etap seyretmeyi planlamıştık. Ancak San Sebastian, Biarritz, Hondarribia, St. Jean de Luz gibi şehirlerin güzellikleri, günde yaklaşık 8-9 saat yürümek, tadımlık güzel pintxoslar ve yanında götürdüğümüz Txakoli (Txakolin miydi yoksa?) şarabı benim bile azmimi törpüledi. Hedonizm ve yorgunluğa yenik düştük, Noja’daki 18. Etap finişine gitmekten vazgeçtik. Yeni karar Noja-Bilbao etabını Bilbao’da karşılamak, ertesi gün de, pelotonu yolcu ettikten sonra arabaya atlayıp yakındaki Urkiola’ya giderek yokuşta onları tekrar yakalamak. Urkiola bizi heyecanlandırıyor. İlk kez gerçek bir yokuş seyredeceğiz. Aslında Klasikler’in Cauberg ve Kappelmuur gibi meşhur yokuşlarını gördük ama onlar birer kilometre uzunluğundaydı sadece. Urkiola hem 6 km’lik bir Kat.1, hem de yarışın son yokuşu. La Vuelta a Espana’nın son yokuşunu seyretme şerefini haiz olacağız. Tırmanış sonrası Vitoria’daki finişe daha bir 50 km var, o yüzden klasmanı etkilemesi beklenmeyen bir yokuş olacak Urkiola ama, daha önce böyle bir deneyim yaşamadığımızdan merak ediyoruz. Hatta Vitoria’daki finişi yakalamayı bile umuyoruz. Aynı günde 3 ayrı yerde etap izlemeye kalkışmak! Cahil cesareti işte (burada vurgu “cahil”e).
Bilbao’daki etabın parkurunu önceki akşam otelde sıkıca çalıştık. Kafile Noja’dan gelecek, şehrin içinden geçecek ve 8-9 km ötedeki El Vivero yokuşu çıkılacak. Aynı parkur bir kez daha geçildikten sonra şehrin en büyük caddesi Gran Via Don Haro’da finiş yapılacak. İspanya’ya gelmeden yaptığım incelemede yarışı El Vivero’da seyretmeyi planlamıştım. Ama şehirden 3 kez geçecek olmaları ve Guggenheim’in güzelliği planımızı değiştirmeye zorladı. Bisikletçileri bu harikulade binanın önünden geçerken görüp resimleme fikri daha heyecan vericiydi.
Deniz’le uzun süre nereden seyretmemiz gerektiğini konuşuyoruz. Uzun pazarlıklar sonucu (onun önceliği estetik, benimki sportif olduğu için itişiyoruz) Guggenheim’da iki açı ve Don Haro’da karar kılıyoruz. Geldiğimiz gün 19-20 oC olan sıcaklık yarış günü +35 oC’e kadar çıkıyor. Çok sıcak ve yaprak kımıldamıyor. Bütün sabah güneş altında yer arıyoruz. Sonunda sprint finişin çok kalabalık olacağına karar verip Don Haro’dan vazgeçiyoruz. İlk geçişte Euskalduna köprüsü, diğer iki geçişte de Salve Köprüsü’nde durma kararı alıyoruz. Bu arada Amstel Gold’da zengin ettiğimiz bisiklet mayosu satıcısı Mia, Bilbao’da da dükkanı kurmuş. Onunla sohbete dalıyoruz. İki kadın, sayemizde aldıkları minibüsle ta Oostende’den buralara gelmişler. 3 haftadır Vuelta’yı kovalıyorlar, daha önce de Temmuz ayını Fransa Turu’nun peşinde geçirmişler. Onları ToT’a da davet ediyoruz (zaten TBF de çağırmış), İstanbul’a gelirlerse bayağı mal satabileceklerini söylüyorum. Ama forma fiyatlarının Türkler’e pahalı gelip gelmeyeceğinden emin değiller. Gittikleri yerde satışların çoğunu turistlere yaptıklarını söylüyor. Biraz şaşırıyorum buna ama sonuçta cüzdanı (takımın adının değişmesi şerefine) bir Leopard Trek mayosu ve bir Garmin şapkası şerefine boşaltıyorum. Mia “turiste satış” konusunda haklı çıkıyor!
Hava çok sıcak… Yine su içmeyi unuttuk ve fotoğraf çekeceğiz diye durduğumuz yer güneşin altı. Kendi kendime pelotonun gelişine daha çok olduğunu söylesem de Deniz’in heyecanı bulaşıyor, gölgeden çıkıp sokağın kenarında kafileyi beklemeye başlıyorum. Elbette gelmiyorlar. Her defasında “helikopter”i atlıyorum. TV’nin verdiği yarışlarda helikopter tepenize gelmeden yerinizden kıpırdamayın. Ne zaman helikopterin uğultusu en üst noktaya çıkar, 5 dakika içinde elemanlar karşıdan gözükür. Her seyrettiğim yarışta bunu unuttuğum için bir gün sıcaktan bayılıp kalacağım.
Herbirinin geçişinde heveslendiğimiz 88 tane basın/organizasyon/VIP arabasından sonra 3 kişilik kaçış grubu polis motosikletinin arkasından gözüküyor. Bir Euskaltel, bir Astana ve bir de Movistar sporcusu seçiyorum. Etraf yıkılıyor. Öndeki Euskaltelli Igor Anton’muş. Genel Klasman şansını daha ilk hafta yitiren Igor kendi şehrine gelen etabı almaya kararlı gibi. Ama daha 2 yokuş var. Kaçakların arkasından Liquigas ve Sky takımları geçiyorlar. Ben Baskçasını bilmesem de hepsine İspanyolca “Venga! Venga!” diye bağırıyorum: “Hadi!Hadi!” Deniz bu özenti halime uyuz oluyor ama yerel racona uymak gerek bayan!! Kafile geçtikten sonra hızlı bir yürüyüşle Salve Köprüsü’ne yollanıyoruz. Sabah, iki nokta arasını kaç dakikada yürüdüğümüzü ölçmüştük, rahat rahat yetişecek vakit olmasına rağmen telaştan neredeyse koşturuyoruz. Guggenheim Müzesi’nin tam karşısına konuşlanıyoruz (doğru açıyı 2 gündür test ediyorduk). Ben bulunduğumuz noktayı sportif açıdan beğenmiyorum ve Deniz’den uzak, yarışçılara yakın bir noktaya yerleşiyorum. Güneş altında bir 20 dakika daha bekledikten sonra kaçış 2 kişiye düşmüş olarak geliyor (Igor Anton ve Marzio Bruseghin). Peloton da yokuştan dolayı parçalara bölünmüş olarak arkadan geliyor. Kaçakların oldukça şanslı olduklarını düşünüyorum.
Tekrar önümüzden geçmeleri için bir yarım saat var. Benim pilim bitmek üzere. Fakat Deniz, kadınlara özgü, dayanıklı ve vazifeperver haliyle hala açı arıyor, polisi önünden çekilmeye ikna ediyor. Yakında bir yerden su ve kola almak için seyirtiyorum. Bir kafenin önünden geçerken içerisinin tıklım tıklım TV’den yarış seyredenlerle dolu olduğunu görünce bir kez daha kafamı taşlara vuruyorum. Yarış seyretme konusundaki acemiliğimin sonu yok. E be akılsız adam! Parkur üstünde bir bara yanla, suyunu, biranı yudumla, pintxosunu ye, mahaleliyle “Ya ne olacak bu Basklar’ın hali?” muhabbeti yap. Yarış gelirken de çık sokağa “Venga Venga!” diye bağır di mi? Beş ay önce aynı bu şekilde seyretmedin mi Milano-SanRemo’yu?? Laz fıkrasındaki gibi “Ha bu bana ders olsun da!”
Su ve gerekli malzemeyle Deniz’in yanına dönüp Igor Anton’un solo etap zaferini finişe 1500mt kala görüntüledikten sonra karımla her yolculuktaki olağan kavgamızı edip rahatlıyoruz. Hayatımı kurtarıp moralimi düzelten şey, susuzluktan lıkır lıkır içtiğim yarım kilo cin tonik ve El Globo barının pintxosları oluyor…
Karım, baba mesleğini seçmemiş olmanın kefaretini, mimariye ve resme düşkünlükle ödüyor. Ben de ruhunun bir bölümünü bisiklet yarışları için şeytana satmış biriyim. Bu amaçla zaman ve para harcamayı, yol tepmeyi, saatlerce beklemeyi seviyorum. Bunca yıllık beraberliğin sonunda benim tutkum Deniz’e, onun mimari ve estetik sevgisi de bana bulaştı artık. Bilbao’da La Vuelta ve Frank Gehry’nin buluşmasına tanıklık etmeye geldik. 1980’lerde ekonomisi bozulup, ciddi nüfus kaybetmeye başlayan Bilbao, yeni bir müzenin etrafında kenti yeniden tanımlayan akıllı insanların şehri. Çılgın bir mimara müze yaptırıp şehrin kaderini değiştirmeyi hangi ortak zeka akıl edebildi acaba? Bu değişimin öyküsünü mutlaka bulup okumam gerek. Otelimiz müzeye 200 metre. Yazarken kafamı çevirdiğimde, pencereden, geometrik bir tarifi olmayan tuhaf binayı seyredebiliyorum. Herkes gemiye benzetiyor ama bana dalgalar ve akarken bir anda donmuş cam formalarını düşündürüyor. Titanyum paneller gün boyu ışığı her türlü kullandığından olsa gerek, binanın gece ışıklandırmasını abartmamışlar. Sade, alçakgönüllü. Gün boyu parıl parıl parlayan bina gece makyajını siliyor sanki. Hem kendine hem Bilbaolular’a bir nefes alma olanağı veriyor bence.
Hızlı geçen Şeker Bayramı haftası, valiz hazırlamayı bile son saatlere bıraktırdığından, 1-2 saatlik uykuyla geldik Bilbao’ya. İlk gün, enerjimiz bitmeden Guggenheim Müzesi’ni dört saat gezdik. Müzelerdeki klasik yanlışımı bu defa yapmadım. Genelde giriş katlarında çok zaman harcayıp kondisyonumu tüketir, en güzel eserlere geldiğimde bel ağrısı ve yorgunlukla pes ederim. Bu defa doğrudan üçüncü kata, en görmek istediğim sergi olan “Painterly Abstraction”a çıktık. 1949-69 arasında, çoğu Peggy Guggenheim’ın kendi koleksiyonu olan soyut dışavurumculuk örneklerini gördük, hayran olduk. Yaşamımda ilk defa bir “Jackson Pollock” gördüm, batı resminde pek adları anılmasa da Çinli ve Japon dışavurumcuların ne kadar güzel şeyler yapmış olduklarını fark ettim. En sevdiğim, kendime en yakın gelen resim akımının adının da “soyut dışavurumculuk” olduğunu bu sayede öğrenmiş oldum. Bazı şeyleri adını bilmeden de severiz netekim.
Bask Ülkesi’ndeki son 2 günümüzü La Vuelta’ya ayırdık. Aslında 3 etap seyretmeyi planlamıştık. Ancak San Sebastian, Biarritz, Hondarribia, St. Jean de Luz gibi şehirlerin güzellikleri, günde yaklaşık 8-9 saat yürümek, tadımlık güzel pintxoslar ve yanında götürdüğümüz Txakoli (Txakolin miydi yoksa?) şarabı benim bile azmimi törpüledi. Hedonizm ve yorgunluğa yenik düştük, Noja’daki 18. Etap finişine gitmekten vazgeçtik. Yeni karar Noja-Bilbao etabını Bilbao’da karşılamak, ertesi gün de, pelotonu yolcu ettikten sonra arabaya atlayıp yakındaki Urkiola’ya giderek yokuşta onları tekrar yakalamak. Urkiola bizi heyecanlandırıyor. İlk kez gerçek bir yokuş seyredeceğiz. Aslında Klasikler’in Cauberg ve Kappelmuur gibi meşhur yokuşlarını gördük ama onlar birer kilometre uzunluğundaydı sadece. Urkiola hem 6 km’lik bir Kat.1, hem de yarışın son yokuşu. La Vuelta a Espana’nın son yokuşunu seyretme şerefini haiz olacağız. Tırmanış sonrası Vitoria’daki finişe daha bir 50 km var, o yüzden klasmanı etkilemesi beklenmeyen bir yokuş olacak Urkiola ama, daha önce böyle bir deneyim yaşamadığımızdan merak ediyoruz. Hatta Vitoria’daki finişi yakalamayı bile umuyoruz. Aynı günde 3 ayrı yerde etap izlemeye kalkışmak! Cahil cesareti işte (burada vurgu “cahil”e).
Bilbao’daki etabın parkurunu önceki akşam otelde sıkıca çalıştık. Kafile Noja’dan gelecek, şehrin içinden geçecek ve 8-9 km ötedeki El Vivero yokuşu çıkılacak. Aynı parkur bir kez daha geçildikten sonra şehrin en büyük caddesi Gran Via Don Haro’da finiş yapılacak. İspanya’ya gelmeden yaptığım incelemede yarışı El Vivero’da seyretmeyi planlamıştım. Ama şehirden 3 kez geçecek olmaları ve Guggenheim’in güzelliği planımızı değiştirmeye zorladı. Bisikletçileri bu harikulade binanın önünden geçerken görüp resimleme fikri daha heyecan vericiydi.
Deniz’le uzun süre nereden seyretmemiz gerektiğini konuşuyoruz. Uzun pazarlıklar sonucu (onun önceliği estetik, benimki sportif olduğu için itişiyoruz) Guggenheim’da iki açı ve Don Haro’da karar kılıyoruz. Geldiğimiz gün 19-20 oC olan sıcaklık yarış günü +35 oC’e kadar çıkıyor. Çok sıcak ve yaprak kımıldamıyor. Bütün sabah güneş altında yer arıyoruz. Sonunda sprint finişin çok kalabalık olacağına karar verip Don Haro’dan vazgeçiyoruz. İlk geçişte Euskalduna köprüsü, diğer iki geçişte de Salve Köprüsü’nde durma kararı alıyoruz. Bu arada Amstel Gold’da zengin ettiğimiz bisiklet mayosu satıcısı Mia, Bilbao’da da dükkanı kurmuş. Onunla sohbete dalıyoruz. İki kadın, sayemizde aldıkları minibüsle ta Oostende’den buralara gelmişler. 3 haftadır Vuelta’yı kovalıyorlar, daha önce de Temmuz ayını Fransa Turu’nun peşinde geçirmişler. Onları ToT’a da davet ediyoruz (zaten TBF de çağırmış), İstanbul’a gelirlerse bayağı mal satabileceklerini söylüyorum. Ama forma fiyatlarının Türkler’e pahalı gelip gelmeyeceğinden emin değiller. Gittikleri yerde satışların çoğunu turistlere yaptıklarını söylüyor. Biraz şaşırıyorum buna ama sonuçta cüzdanı (takımın adının değişmesi şerefine) bir Leopard Trek mayosu ve bir Garmin şapkası şerefine boşaltıyorum. Mia “turiste satış” konusunda haklı çıkıyor!
Hava çok sıcak… Yine su içmeyi unuttuk ve fotoğraf çekeceğiz diye durduğumuz yer güneşin altı. Kendi kendime pelotonun gelişine daha çok olduğunu söylesem de Deniz’in heyecanı bulaşıyor, gölgeden çıkıp sokağın kenarında kafileyi beklemeye başlıyorum. Elbette gelmiyorlar. Her defasında “helikopter”i atlıyorum. TV’nin verdiği yarışlarda helikopter tepenize gelmeden yerinizden kıpırdamayın. Ne zaman helikopterin uğultusu en üst noktaya çıkar, 5 dakika içinde elemanlar karşıdan gözükür. Her seyrettiğim yarışta bunu unuttuğum için bir gün sıcaktan bayılıp kalacağım.
Herbirinin geçişinde heveslendiğimiz 88 tane basın/organizasyon/VIP arabasından sonra 3 kişilik kaçış grubu polis motosikletinin arkasından gözüküyor. Bir Euskaltel, bir Astana ve bir de Movistar sporcusu seçiyorum. Etraf yıkılıyor. Öndeki Euskaltelli Igor Anton’muş. Genel Klasman şansını daha ilk hafta yitiren Igor kendi şehrine gelen etabı almaya kararlı gibi. Ama daha 2 yokuş var. Kaçakların arkasından Liquigas ve Sky takımları geçiyorlar. Ben Baskçasını bilmesem de hepsine İspanyolca “Venga! Venga!” diye bağırıyorum: “Hadi!Hadi!” Deniz bu özenti halime uyuz oluyor ama yerel racona uymak gerek bayan!! Kafile geçtikten sonra hızlı bir yürüyüşle Salve Köprüsü’ne yollanıyoruz. Sabah, iki nokta arasını kaç dakikada yürüdüğümüzü ölçmüştük, rahat rahat yetişecek vakit olmasına rağmen telaştan neredeyse koşturuyoruz. Guggenheim Müzesi’nin tam karşısına konuşlanıyoruz (doğru açıyı 2 gündür test ediyorduk). Ben bulunduğumuz noktayı sportif açıdan beğenmiyorum ve Deniz’den uzak, yarışçılara yakın bir noktaya yerleşiyorum. Güneş altında bir 20 dakika daha bekledikten sonra kaçış 2 kişiye düşmüş olarak geliyor (Igor Anton ve Marzio Bruseghin). Peloton da yokuştan dolayı parçalara bölünmüş olarak arkadan geliyor. Kaçakların oldukça şanslı olduklarını düşünüyorum.
Tekrar önümüzden geçmeleri için bir yarım saat var. Benim pilim bitmek üzere. Fakat Deniz, kadınlara özgü, dayanıklı ve vazifeperver haliyle hala açı arıyor, polisi önünden çekilmeye ikna ediyor. Yakında bir yerden su ve kola almak için seyirtiyorum. Bir kafenin önünden geçerken içerisinin tıklım tıklım TV’den yarış seyredenlerle dolu olduğunu görünce bir kez daha kafamı taşlara vuruyorum. Yarış seyretme konusundaki acemiliğimin sonu yok. E be akılsız adam! Parkur üstünde bir bara yanla, suyunu, biranı yudumla, pintxosunu ye, mahaleliyle “Ya ne olacak bu Basklar’ın hali?” muhabbeti yap. Yarış gelirken de çık sokağa “Venga Venga!” diye bağır di mi? Beş ay önce aynı bu şekilde seyretmedin mi Milano-SanRemo’yu?? Laz fıkrasındaki gibi “Ha bu bana ders olsun da!”
Su ve gerekli malzemeyle Deniz’in yanına dönüp Igor Anton’un solo etap zaferini finişe 1500mt kala görüntüledikten sonra karımla her yolculuktaki olağan kavgamızı edip rahatlıyoruz. Hayatımı kurtarıp moralimi düzelten şey, susuzluktan lıkır lıkır içtiğim yarım kilo cin tonik ve El Globo barının pintxosları oluyor…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder