Bilbao'da bir etap başlangıcı
Cumartesi sabah, etabın başlangıcını görmek üzere Euskalduna köprüsünün altındaki eski doklara gidiyoruz. Hava yine sıcak. Etrafımız, her tür bisikletle start alanına doğru giden insanla dolu. Biz alana yaklaşırken takım otobüs ve arabaları da geliyorlar. Giriş çıkış kısıtlı olur diye korkuyordum ama VIP’lere ayırdıkları (ve yarışsevere hitap eden hiçbir şeyin olmadığı) bölge dışında her yer halka açık. Otobüsler koca park alanına karşılıklı olarak yanaşıyorlar. Arabalar da etraflarına yerleşiyorlar. Team Sky otobüsünün önünde Bradley Wiggins oturuyor. Yüzü yorgun ve düşünceli. Bir an için Wiggo’nun yaşlanınca neye benzeyeceğini yüzünde çok net görüyorum. Alt dudağı sarkacak, burnu büyüyecek, kilo alsa da ince uzun ve yere dönük bir yüzü olacak. Sonra otobüs gidiyor.
Deniz’le, koca bir oyuncak dükkanında nereye saldıracağına karar veremeyen çocuklar gibiyiz. Bir o otobüse bir diğerine koşturuyoruz. Halk Euskaltel otobüsünü çevrelemiş, o taraf bir turuncu yumağı. Biz daha Anglosakson takımları yeğliyoruz. Sky, Garmin, Radio Shack… Ama otobüsler park eder etmez, soigneurler perdeleri çekip, değerli yolcularını gözlerden saklıyorlar. Sky’in Pinarello bisikletlerine yakından bakmak, jantlarını, SRM güç ölçerlerini seyretmek nefesimi kesiyor. Ekip elemanları yavaş yavaş bariyer bantlarını çekip yarışçıların bisikletlerini dizmeye başlıyorlar. Her biri 6-7000 avroluk makinelere bu derece yakın olmak kendimi çok özel hissetmeme neden oluyor.
Deniz’le, koca bir oyuncak dükkanında nereye saldıracağına karar veremeyen çocuklar gibiyiz. Bir o otobüse bir diğerine koşturuyoruz. Halk Euskaltel otobüsünü çevrelemiş, o taraf bir turuncu yumağı. Biz daha Anglosakson takımları yeğliyoruz. Sky, Garmin, Radio Shack… Ama otobüsler park eder etmez, soigneurler perdeleri çekip, değerli yolcularını gözlerden saklıyorlar. Sky’in Pinarello bisikletlerine yakından bakmak, jantlarını, SRM güç ölçerlerini seyretmek nefesimi kesiyor. Ekip elemanları yavaş yavaş bariyer bantlarını çekip yarışçıların bisikletlerini dizmeye başlıyorlar. Her biri 6-7000 avroluk makinelere bu derece yakın olmak kendimi çok özel hissetmeme neden oluyor.
Ara ara bir iki yarışçı otobüsten inip tekrar içeri giriyorlar ama bunlar domestik tayfa. Bunca yıldır TV’de yarış anlatmama karşın, kasksız ve gözlüksüzken hiçbirini direk tanıyamamak beni şok ediyor, utanıyorum. Sepp Vanmarcke’yi Johann van Summeren sanıp fırçayı yiyorum. Andreas Klöden zannedip peşinden koştuğum RSH’li Markel Irizar çıkıyor, onu da “Markel!!” bağırışlarından anlıyorum (yarım saat sonra Irizar’ı startta yine Klöden sanıyorum, kafayı yiyecem!!!). Sonunda “Aaaa, Xandio!!” diye bağırışım yerini buluyor, Tanrı Sky mayosunu tasarlayandan razı olsun, hepsinin adı mayolarında yazıyor. Bu başarıdan sonra kimin kim olduğunu soruşturmayı bırakıyorum, Liquigas otobüsünün yanına konuşlanıp Cannondale Super Evo ve Super Six’leri seyrediyorum.
Bu arada karşıda bir kalabalık hoplayıp zıplıyor. Yaklaşınca Sky otobüsünün yanında matara kapışı yapıldığını görüp sinir oluyorum. Soigneurlerden biri havaya yeşil renkli makaraları atıyor, ahali de hoplaya zıplaya bunları kapmaya çalışıyor.
Ribaunt mücadelesine girmeye gururum elvermiyor ama içimdeki çocuk/koleksiyoncu/özenti insan seken mataralardan birinin kucağına düşmesini istemiyor değil. Sonunda bir kıçı kırık matara için alçalmak istemediğimi düşünüp uzaklaşıyorum (ama, yaklaşık 4 saat sonra, başımın arkasına ve yükseğe doğru atılmış bir dandik şapkayı Mirsad Türkcan’ı kıskandıracak şekilde zıplayıp yakalayacağım!).
Bisikletin üstünde dev gibi gözüken adamlar, vücutlarının o mütemmim cüzünden uzaktayken, küçücük adamlar olup çıkıyorlar. Bu beni hep şaşırtıyor. Sadece Van Summeren (sonunda gerçeğini gördüm) hakikaten çok uzun boylu. Bisikletinin sele borusu bayrak direği gibi. Liquigas’ın tüm İtalyanlar’ı sıskacık çocuklar. Fakat seleye oturdukları anda sanki bir sihir oluyor, o tıfıl çocukların hepsi yine koca koca adamlara, yetişkin insanlara dönüşüp dünyanın en zor sporunu yapmak için uzaklaşıyorlar.
Deniz bir önceki gün çektiği Vuelta + Guggenheim resimlerinden pek tatmin olmadığı için starttan 20 dakika önce yine meşhur köprüye doğru yollanıyor. Şansını bir kez daha deneyecek ama gerçek Nikon’u evde bırakıp benim dandik aletle geldiğimizden şansı az. Ben Javier Gullien’in arkasından start noktasına gidiyorum. Kendime gayet uygun bir yer seçip sporcuların gelişini bekliyorum.
Sıra sıra geliyorlar. Kırmızı mayosuyla Juan Jose Cobo, yeşil mayosuyla da Rodriguez gelip öndeki yerlerini alıyorlar. Tarihte Cobo kadar kask yakışmayan bir bisikletçi oldu mu acaba? Bu kadar kötü görünebilir bir insan. 2008’de Antalya’da tanışmıştık. O zamanlar Saunier Duval forması vardı üstünde, şakacı rahat bir hali vardı. Bu defa biraz daha düşünceli. Moncoutie ortalarda yok.
2011 Vuelta'nın sürprizi elbette Juan Jose Cobo oldu...
Nibali’yi de tüm çabama karşın seçemiyorum. Basklı bir dansör hafif “yumuşak” ama akrobatik bir yerel dansı yaptıktan sonra şehrin kodamanlarına yine bir sürü plaket veriliyor ve yarış başlıyor. Herkes gittikten 30 saniye sonra Chris Froome da start çizgisini geçip gidiyor. Tüm takım arabaları ve otobüsler hareket ederken ben de Deniz’le buluşmak üzere otele doğru yürümeye başlıyorum. Urkiola’ya yola çıkacağız.
Vuelta 2. yazısı gerçekten de çok güzel. Mizahi dil ağırlıklı bir edebi eser gibi olmuş :))) Kaleminize sağlık
YanıtlaSil