(Bu yazı 3 gün önce (19 Ağustos Cuma) bitti ama bloga yüklemek mümkün olmadı. La Vuelta başlamadan Tour’la hesabı kapatmak istiyordum ama beceremedim. Klasik bir “elektrikler kesildi çalışamadım” durumu ama bu defalık kanaat notumu kırmayın lütfen hocam… )
Datça’da tatildeyiz. Turkcell VINN’ı traş, dört mört çekmiyor. Sitenin wi-fi modemi de şişmiş. Oğlanın İstanbullar’dan taşıdığı laptop, açık düşmüş pehlivan gibi utanç içinde yatıyor. Çocuk bunalımın kıyısında. Kızımız istediği yer ve zamanada cigara içemediği için huzursuz, evde müzik dinleme olanaklarının sınırlı olmasından dolayı da mutsuz, ruhunun gıdasını alamıyor. Ben 9 gün diye kurduğum tatilin ortasında günübirlik İstanbul’a gitmek zorunda kalmış bir bordro mahkumuyum. Tatilimin 3+3 güne düşmesine yanıyorum. En çok karımın keyfi yerinde, en mühimi de o zaten.
24 saat sonra La Vuelta a Espana başlayacak fakat ben daha havasına bile giremedim. Onu bırak, Fransa Turu ile ilgili üç satır bir değerlendirme bile hala yapmış değilim. Eskisiyle vedalaşmadan yeni bir aşka başlanmaz ya, Vuelta’ya konsantre olamayışım belki bundandır. İspanya Turu’nun hatırı için Fransa Turu’yla helalleşmem gerek. Ama internetten mahrum ve belleği zayıf biri olarak maddi hatalardan uzak bir yazının mümkünü yok. Olabilecek tüm yanlışlar ve “frödyen kaymalar” için peşinen özür…
Datça’da tatildeyiz. Turkcell VINN’ı traş, dört mört çekmiyor. Sitenin wi-fi modemi de şişmiş. Oğlanın İstanbullar’dan taşıdığı laptop, açık düşmüş pehlivan gibi utanç içinde yatıyor. Çocuk bunalımın kıyısında. Kızımız istediği yer ve zamanada cigara içemediği için huzursuz, evde müzik dinleme olanaklarının sınırlı olmasından dolayı da mutsuz, ruhunun gıdasını alamıyor. Ben 9 gün diye kurduğum tatilin ortasında günübirlik İstanbul’a gitmek zorunda kalmış bir bordro mahkumuyum. Tatilimin 3+3 güne düşmesine yanıyorum. En çok karımın keyfi yerinde, en mühimi de o zaten.
24 saat sonra La Vuelta a Espana başlayacak fakat ben daha havasına bile giremedim. Onu bırak, Fransa Turu ile ilgili üç satır bir değerlendirme bile hala yapmış değilim. Eskisiyle vedalaşmadan yeni bir aşka başlanmaz ya, Vuelta’ya konsantre olamayışım belki bundandır. İspanya Turu’nun hatırı için Fransa Turu’yla helalleşmem gerek. Ama internetten mahrum ve belleği zayıf biri olarak maddi hatalardan uzak bir yazının mümkünü yok. Olabilecek tüm yanlışlar ve “frödyen kaymalar” için peşinen özür…
- Haliyle önce kazanandan başlamak gerek. Cadel Evans Dünya Şampiyonu olduktan sonra bir değişim geçirdi, artık biliyoruz. Özgüveni ve liderlik yeteneği bu başarıdan sonra arttı. Ancak Omega Pharma’dan BMC’ye geçişi de başarısının katlanarak artmasında büyük etken oldu. Belçika takımları Bahar Klasikleri’ne öylesine yoğunlaşıyorlar ki Büyük Turlar’a uygun bir taktik/kadro ortaya çıkarmıyorlar uzun yıllardır. Omega Pharma-Lotto’da uzun yıllar Cadel GK yarışçısı olarak tek başına kalmıştı, takım şimdi Jürgen vdB’u da yeterince desteklemiyor. Quick Step’e baktığımızda da, kadrosunda “bu adam ileride şu turu kazanır” diyeceğimiz kimse yok. Diğer yandan BMC Racing bir Klasikler takımı kurmuş gibi görünse de TdF2011 boyunca C.Evans’a hep ve tam bir destek verdiler. Kritik ilk hafta boyunca Evans hep pelotonun önünde, risklerden uzak kalmayı başardı ama yine de onu (kazandığı etap hariç) pek gördük diyemeyiz. Yani liderlerini korudular ve yorulmamasını sağladılar. Taktiksel olarak son derece iyi bir yarış çıkaran Cadel Evans’ın en büyük şansı Contador’un alışıldık performansını gösterememesiydi. Wiggins, Radio Shack tayfası, Vino ve bilumum favori yarış dışı kalınca, BMC’nin tecrübeli lideri TT özürlü Schleck kardeşleri rahatlıkla alt etmeyi başardı.
- Ben uzun yıllardır arka arkaya 2 Büyük Tur kazanmanın zor olduğunu iddia ediyordum. Pelotonun ortalama seviyesinin artışı, azalan doping uygulamalarının sporcuları tekrar “insani” performanslara döndürmesi bu tezimi dayandırdığım başlıca unsurlardı. 11-12 haftalık bir dönemde toplam 7,000km’lik bir parkuru kontrol altında tutup, iki yarışı birden kazanmak son derece zor artık. Bunun aksini kanıtlayabilecek tek kişi Alberto Contador’du aslında. İtalya Turu’nda mükemmel bir hakimiyet kurdu ama belki de tarihin en ağır bu Giro’sundaki yorgunluğu atması mümkün olmadı. TdF’da düşüp dizini sakatlaması bence ayrıntı olarak kaldı. Sırtında Giro’nun yüküyle Galibier’i çıkamadı Silahşör. Yine de Col du Telegraphe yokuşunda ve son TT etabında gerçek bir şampiyon gibi “kılıcıyla ölmeyi seçtiği” için kendisine bir sporsever olarak minnettarım.
- Schleckler konusundaki fikrim ince bir gül değil, oldukça karışmış bir sarmaşık maalesef. Rahat ve varlıklı bir ortamda büyümüş olmaları mı bilmiyorum ama özelikle Andy’de eksik bir şeyler var. Tüm şampiyonlarda olmazsa olmaz olan o “killer instinct” sanki kendisinde yok veya tam değil. Halinden hep memnun gözüküyor ama Büyük Turlar’da sürekli ikinci olan biri halinden bu derece memnun olmamalı sanki. Biteviye “bu sıpanın zamana karşı disiplini çalışması lazım!!” demeyeceğim, usandım çünkü. Sadece şunu anımsatmak istiyorum: Performans sanatlarında ve sporda (buna motorsporları da dahil) “en iyi” olabilmek için 100 birim performans gerektiğini varsayalım. Konusunda çok yetenekli bir insan/organizasyon (piyanist, atlet, bisikletçi, futbolcu, F1 takımı), belli bir sistem içinde çalışarak, hemen hemen doğrusal bir
Performans = f(Emek) = k . Emek
denklemine göre performansını yükseltir. Ama bu formülle ulaşılabilen seviyenin bir üst sınırı var. Genelde bu sınır 95’dir. Şampiyon olmak için gereken son 5 birimlik sıçramayı yapabilmek çok daha zor. Bu son 5 birimi elde etmek için çok daha fazla çalışmak gerekiyor. Matematikçi değilim ama belki şöyle bir şey olabilir:
Performans = f(Emek) = k.l.m . Emek/n
Yani emeği ikiye, üçe, dörde katlamak gerekirken bir yandan da denkleme farklı parametreler ekleniyor (medya/toplum baskısı, takım/organizasyon düzeni, özel diyet, tıbbi destek, özel ekipman, vs.). Bunu da başarmadan “en iyi” olmak imkansız. Andy ve abisi bugün bile balık tutmaktan bahsediyorlar. Halbuki geçen TdF performanslarını analiz edip, eksikleri gidermek için neler yapabileceklerini konuşuyor olmaları gerek. Başta Malcolm Gladwell olmak üzere bu konuda yazan kişilerin makalelerini birileri onlara gösterir umarım. Andy Schleck bize Col d’Izoard yokuşunda başlayan 62 km’lik müthiş bir resital sundu. Gecenin bir yarısı TV‘de seyrederken nefesim kesildi gerçekten. Ama yetmedi işte! Elinden gelenin hepsi buysa diyecek bir şeyim yok. Ama onun daha iyisini başarabileceğine inanıyorum ve bunu görmek istiyorum.
- Thomas Voeckler için “yıllanmış şarap” klişesine sığındığım için mazur görün. Ama cuk oturuyor. 2004’de tüm Fransa’yı kendine hayran ederken iyi bir sepajdan gelen yeni şişelenmiş genç bir şarap gibi bukesi biraz dağınık ve biraz asidikti. Zaman ona denge ve tecrübe sağladı. Meşe fıçılarda dinlenmiş, içinde saklı tatları ortaya çıkmış 2011 Chateau-Saint-Thomas de Voeckler ağırbaşlı, tadını nasıl sunacağını bilen harika bir kırmızıya dönüştü. Cesareti yanında artık vücudunu ve kuvvetini çok iyi tanıması sayesinde iki hafta Sarı Mayo’yu şerefle taşıdı. Elbette Europcar’ın ve Pierre Rolland’ın desteğini de anımsamak gerek. Voeckler belki Sarı Mayo’yu tesadüfen giydi ama gerçekten hakkını verdi. Tek hatası Contador’u tek başına kovalamaya çalışmasıydı. Son derece gereksiz, işe yaramayacağı baştan belli bu hamle ona Paris’te çıkacağı podyum şansını kaybettirdi. Ama savaşarak kaybeden vatandaşlarına bayılan Fransızlar için yeniden ve daha büyük bir kahraman haline geldi.
- Thor Hushovd’un harika bir yarış çıkarması da aklımda kalan bir başka olumlu şey oldu. Thor Dünya Şampiyonu formasına uzun yıllar sonra etap kazandırdı ve bir haftaya yakın süre de Sarı Mayo’yu giydi. En büyük amacı olan P-R’yi hala kazanmış değil ama bu yarıştaki performansı Gökkuşağı Mayo’nun saygınlığını iyice yükseltti.
- Keza Philippe Gilbert de yarışa çok farklı bir renk kattı bu sene. Bisiklet yarışlarının bir başka tuhaflığı da şu: Bir yarışın/etabın favori gösterilen sporcusu çoğunlukla o etabı kazanamaz (sprint etapları hariç). Okyucu doğal olarak “E o zaman neden favori gösterilir ki?” diye sorabilir. Bir sporcunun form seviyesi, yarış parkurunun onun kuvvetli yönlerine uygunluğu, o yarışı kazanma isteği gibi faktörler bir/birkaç favorinin yarış öncesi ortaya çıkmasına neden olur. Ama ne kadar güçlü favori olursanız olun, 200 kişinin katıldığı bir yarışı kazanma olasılığı zaten düşüktür. Yol yarışları sürpriz kaçışlara, sürpriz ataklara dayanır. Favoriler diğer takımlar tarafından sürekli marke edilirler ve yarışı/etabı kazanmaları çok zorlaşır (bunun istisna yarışı P-R’dir, genelde en güçlü sporcu kazanır ama 2011’de Cancellara’ya nasıl kaybettirildiğini gördük). Bu tuhaf kuralı yıkan günümüzdeki adam Philippe Gilbert’dir. Hangi yarışta favori gösterilirse kazanıyor. Kimse onu önleyemiyor. Gilbert’in son San Sebastian zaferinden sonra David Millar’ın tweetini mealen hatırlatayım: “Nerede ve ne zaman atak yapacağını söylemişti. Tam dediği yerde de kaçtı. Ona rağmen arkasından gidemedim” TdF’da ben dahil yedi düvel onun ilk etabı kazanacağını yazmıştık. Kimse onu engelleyemedi ve etabı aldı. Ayrıca yarış boyunca tüm mayoları giydi ve Yeşil Klasman mücadelesinin de sonuna kadar içinde oldu. Gilbert bu yıl bize Türkçe’de tam karşılığı olmayan “panache” kelimesini öğretti: “Güçlü, gözüpek ve kendinden emin olma halinin gösterişli ifadesi”. Onu seyrettiğimiz için çok şanslıyız.
- Herşeye karşın, post- Lance dönemde Fransa Turları’nın çok daha heyecanlı geçtiğini kabul etmemiz gerek. Yarışı tamamen domine eden bir takımın olmayışı, her etapta pelotonu kontrol ederek sürprizlere izin vermeyen bir US Postal/Discovery’nin yokluğu yarışı daha açık hale getiriyor. Contador hariç diğer tüm favorilerin zaaflarının oluşu, fiziksel kapasitelerinin birbirine çok yakın olması, gün gün bizi TV’nin önüne yapıştıran etkenleri oldu.
- Şimdi geriye bakarak söyleyebileceğimiz bir başka yargı da bu seneki etap parkurlarının akılıca hazırlandığıdır. Normalde esneyerek geçirdiğimiz ilk hafta neredeyse yarışın en heyecanlı bölümüydü. Düz etapların bile çoğunlukla yokuşla bitmesi yarışı canlandırdı. İlk hafta Cavendish’i değil, Gilbert, Hushovd ve Evans’ı konuşmuş olmamız bunu bize doğruluyor. Beklenmedik şeyler oldu ve sporda beklenmedik şeyler ta Roma’daki Coliseum’dan beri seyir zevkini artıra gelmişlerdir.
- Kazalar her zamankinden çok değildi bence. Özellikle ilk hafta daha sakin geçti denebilir. Sprint finişlerin az olması değişik takımların trenlerini yarışın son bölümlerinde daha az karşı karşıya getirdi. Yer kapma savaşları daha yumuşak geçti. Ama az sayıda kazanın sonuçları daha acılı oldu. Wiggins, vdBroeck, Klöden, Brajkovic, Horner, Vinokurov gibi yarışa ümitli gelenler asfaltın tadını almak bir yana yarış dışı kaldılar. Bu durum belki de çok daha ilginç ve çekişmeli geçecek Sarı Mayo mücadelesinin 3-4 kişi arasında kalmasına yol açtı.
- Bu noktada Johnny Hoogerland’i anmamak haksızlık olur. France 2 TV’sinin arabalarından birinin anlamsızca hamlesi sonucu 50 km/h hızla dikenli tellere uçan Hoogerland, sonrasında gösterdiği azim ve dayanıklılıkla hepimizin hayranlığını ve saygısını kazandı. Vücuduna atılmış 33 dikişe karşın Paris’e kadar yarışı sürdüren Hollandalı, ne olursa olsun yarışı bitirme gereğini, tüm profesyonel bisikletçilerin, o incecik vücutlarına karşın belki de yeryüzündeki en “Sert Herifler” olduklarını anlamamızı sağladı. Yarış seyrederken, düşen sporcuların yaralarına bile bakmadan bisikletlerine saldırıp hemen yola koyulmaya çalışmalarını gördüğünüzde, her faulde iki dakika yerde kıvranan milyonluk eşekleri bir hatırlayın.
Yeni bir yarış, yeni bir heyecan demek. La Vuelta elbette Tour de France kadar iddialı ve gergin geçmeyecek. Etaplar biraz daha kısa, kalabalıklar biraz daha seyrek, sporcular biraz daha rahat olacak. Ama Benidorm’dan Madrit’e varana kadar yol bisikletinin keyfini sürecek her şeyi orada da bulacağız. Hem 30 küsur sene sonra yarış ilk defa bask topraklarından da geçecek. Bekle beni Bilbao, yettim!!
Elinize sağlık. BMC'nin tek yaptığı Evansı korumak oldu. Yoksa dağ etaplarında yine her zamanki gibi kendi domestikliğini kendisi yaptı. Yıllardır "bekleyen" stiliyle sıkıcı bulduğum Evans'ın bu sabırlı ve belki de domestik eksikliğinden dolayı zorunlu taktiğinin işe yarayabileceği rakipleri affetmeyişi güzeldi. Armstrong sonrasında (artık "taraf" olmadığımdan) keyif alabilrmiyim acaba sorusuna şahane bir cevap oldu bu yıl.
YanıtlaSilHarika yorum
YanıtlaSil"Yarış seyrederken, düşen sporcuların yaralarına bile bakmadan bisikletlerine saldırıp hemen yola koyulmaya çalışmalarını gördüğünüzde, her faulde iki dakika yerde kıvranan milyonluk eşekleri bir hatırlayın"
Yine muhteşem bir yazı, emeğinize sağlık. Bir küçük ekleme yapmak isterim. İki etap kazanan Edvald Boasson Hagen'i es geçmemek lazım. Eddy Merckx'in dediği gibi bu Norveç'li çok büyük bir bisikletçi olacak gibi gözüküyor. Eneco'yu da götürdü bu arada.
YanıtlaSilGelen yorumlara çok teşekkür ederim...
YanıtlaSilOrtak nokta Cavendish ve EBH'i es geçtiğim yönünde. Doğru elbette... Tatilde yanlamış bir halde yazarken nedense Cav'in ilk Yeşil Mayo zaferi ve kazandığı etaplar aklıma gelmedi. Halbuki adam bu gidişle TdF tarihinde en çok etap kazanan sporcu olacak.
Sprinterlere bir uyuzluğum yok aslında. Onlar da köpek gibi çalışıyorlar, inanılmaz riskler alıyorlar yarış kazanmak için. Ama içimdeki ilkel insan onları hala adam yerine koymayı öğrenemedi. Sprinterleri daha çok takdir edebilmek için bisiklet sporuna düşkünlüğümün çok daha küçük yaşlarda başlaması gerekiyordu sanırım...
EBH'i neden unuttuğuma gelince... sanırım Norveçli ve pek dikkat çekmeyen bir tip oluşundan...Yani, mmuhteşem bir yarışçı ama yarış dışında dikakt çekici, insanın aklında kalan bir tip değil. Aklımdan uçuyor. Bir başka neden de Boasson Hagen'in 2. zaferini iş yolculuğu nedeniyle seyredemedim. Gözden ırak, gönülden ırak meselesi...
Sarper