27 Mart 2012 Salı

Milano-Sanremo '12 - Yediğim İçtiğim Benim Olsun





Ergenlik yaşları, vücudun ve beynin, uğradığı değişimlerle başa çıkmaya çalıştığı zor bir dönemmiş. O zamanlar bilmiyordum. Şimdikilerin de bildiği şüpheli. Can sıkıntısı, öfke ve hüzünle dolu o 4-5 yıl ağır ağır geçerken, siz de benim kadar bunaldınız mı acaba? 12-20 yaş aralığında bir grup erkek çocuğu olarak, 1970’ler yatılı okul düzeninde verdiğimiz ayakta kalma (ve ayaklar altında ezilmeme) mücadelesi, hayatta kalma ve yönümü bulma çabası beni oldukça zorlamıştı. Babam yeni ölmüştü. Ailem kadınlarla dolu olduğundan bakacağım bir rol modelim yoktu. O zaman rol modeli kavramı da yoktu zaten ama, etrafta beni çekip çevirecek bir rehber de bulunmuyordu. Hepimiz el yordamıyla büyüyorduk, Sineklerin Tanrısı’nin yumuşatılmış hali gibiydik. Yaşıtlarınca kabul edilme arzusu, beğenilme ihtiyacı, ilk aşkın mazoşist sancıları, başka bir sıfat gerektirmeyen “ayrılık”, içimde genleşen yetersizlik ve boşluk duygusu, günlerimi pis yağmurlu İstanbul kışına çeviriyordu. Gri, bezgin ve umut kırıcı… O duygular hala bir yerlerde, kapalı kutularda duruyor.

P.Gilbert Cipressa'da düştü ve geri kaldı

Ama bugün, yarım asra yaklaşırken, o zorlu günleri, yaşadığım zamanki gibi kasvetli hatırlamıyorum. Tüm dertlerimize, okulun ve dönemin olanaksızlıklarına karşın, ölesiye gülmeden, eğlenmeden, deliler gibi spor yapmadan, hayatla dalga geçmeden geçirdiğimiz bir gün bile olmazdı. Arkadaşlarımın tatlı yoldaşlığında, bağımsız, neşeli, canlı, aktif bir yaşam süresini
–çoğunlukla- kimselere hesap vermeden geçirmiş olduğumu şimdi görüyorum. Neden o kadar daralmışım, neden bu kadar güzel hatırlıyorum?


Yaşaması bayağı sevimsiz olsa da, sonrasında mutlulukla hatırlanan ergenliğime dair duygularım, bisiklet yarışı seyretme konusunda da başımda. Açıklayayım: Evden kalkıp Avrupa’da bir yerde yarış izlemeye gitmek, öncelikle masraflı ve yorucu bir hadisedir. Yarış genellikle vardığınız şehirde değildir, bir o kadar süre de yarış mahalline ulaşmakla geçer. Hava genellikle ya soğuk, ya rüzgarlı, ya ikisi birden ya da çok sıcak olur. Yollar, yarış geçmeden 1-2 saat önce kapatıldığı için erkenden seyredilecek noktaya varmak gerekir. Güzel seyir yerleri genellikle dağ başında olduğundan (saatte 50 km/h ile geçen 150 kişiyi görmek yerine yokuşun tepesinde durup, 25 km/h ile bölük pörçük gruplar halinde geçen bisikletçileri seyretmek tercih edilir), öyle café, restoran, yiyecek içecek pek bulunmaz. Nevaleyi önceden sırt çantasına yüklemek ve yokuşun tepesine yürüyerek çıkarmak zorundadır insan.

Solda Peter Sagan-LIQ (bence Nibali'nin keleğine geldi)

Sonra, iki saat boyunca, elde fotoğraf makinesi,
mal gibi sağa sola bakınıp, arada anlamsız sohbetler ederek beklemek gerekir. Aküye bağlı 5 inçlik, siyah beyaz bir TV’nin yüzü suyu hürmetine adamın tekine usul usul yanaşılır. Usul usul yanaşan 10 başka kişiyle beraber, bir şey gözükmeyen ekrandan yarış seyretmeye çalışılır. Yabancı bir dilde ve çok hızlı konuşan spikerlerden yarış durumunu öğrenmeye çalışırken lisede/kursta size öğretilen şeyin yabancı dil olmadığı belirgin şekilde ortaya çıkar. Sıkıntı, boşluk duygusu, başka bir yerde olma özlemi… Bu noktada “Ya ben deli miyim? Ne diye karımı, çoluğumu çocuğumu bırakıp buralara geldim yahu?” sorgulaması başlar. Yoruldukça huysuzlanan tip seyirci, o dakikadan sonra asabi ve çekilmez biri olur.

Tam ortada Vincenzo Nibali-LIQ, en solda MSR 2012'nin galibi
Simon Gerrans-GreenEdge


Bu uyuz ruh hali helikopterin sesi duyulana kadar sürer. O homurdanan adamı bir heyecan sarar, gülümsemeye başlar. Sıkıntıdan artık börtü böceği çekmeye başladığı fotoğraf makinesinin ayarlarını, pilini defalarca kontrol eder. Arabalar, motorlar geçmeye başlar. Sonra bisikletçiler belirir. Çığlık çığlığa onların geçişini seyreder. Büyük ikilem “Fotoğraf mı çekeyim yoksa hafızama mı kazıyayım?”dır. Fotoğraf kazanır, anın ruhu kaybeder. 5 dakika içinde herkes geçip gider. Fırtına diner, adrenalin vücutta dağılır, yok olur.

Domestik tayfa yavaş yavaş geliyor, önde Brezilya mayosuyla Murillo Fischer-GAR

“FINE GARA CICLISTICA” yazılı minibüs de geçince, biraz önce heyecandan titreyen adam, öksüz kalmış kuzu gibi sağa sola bakınmaya başlar. 5 inçlik ekranın başında şimdi 50 kişi vardır. Onların arasında, klostrofobik endişelere gark olmuşken son kilometreleri seyretmeye çalışır, bi bok göremez, kazananı etraftan öğrenir. Kös kös arabaya yürürken “İyi halt ettim, bi daha gelirsem ne olayım!” diye söylenir, üç saatlik geri dönüş çilesi başlar. Beş dakikalık heyecan için üç gün harcamış olduğuna inanamaz. Yarışları evin konforunda, elde cin tonik, kocaman TV’den seyretmenin en güzel şey olduğunu nasıl unuttuğuna, neden bu tufaya sürekli düştüğüne şaşar. Evin önünden geçmeyecekse (mesela Türkiye Turu!) bir daha yarış seyretmeye gitmeyeceğini aile meclisine iletecektir.

Aradan bir hafta geçer. Yarışın o kötü tortusu yüzünden yazıya bile oturamaz. Blogun idare amiri nazikçe hatırlatır, sağdan soldan “Hadi usta!” derler. Suçluluk duyar ama içi boştur, yazmak mümkün değildir. Dönüşümü beklemektedir. Duygularının değişeceğini artık öğrenmiştir ama içerideki kimyasal tepkime başlamadan da yazamaz…

Ergenliği yaşarkenki o pis kış yağmuru, 30 yıl sonra nasıl pırıl pırıl bir bahara dönüşüyorsa, yarış deneyimlerim de kısa bir zaman içinde mutlulukla hatırladığım anılara dönüşüyor. Bir sabah, o yarış günü yediğin kıçı kırık sandviç “panino con mozzarella e pomodoro” olur, dandik macchiato’nun köpüğü 3 santim kalınlaşır. İçilen en güzel şarap, yarıştan önceki akşam harika bir lokantada yudumlanmıştır. Bisikletçilerin kahramanlığı belleğinde parlamaya başlar, yarış öncesi ve sonrası yaptığın laklak birer tutkulu söyleşi olmuştur. Sonraki yarışları düşünmeye, düşlemeye başlarsın. “Ev alma niyetimiz vardı ama şu Liege-Bastogne’u da görüp öyle mi para biriktirmeye başlasak?” dediğin anda çirkin tırtıl kozadan kelebek olarak çıkmıştır. Madem Ağaoğlu batana kadar ev almayacağız, yazalım bakalım…

Milano-Sanremo (MSR) yarışını ikinci kez seyrettim. Cuma sabah körü havaalanına varıp, her gavura sponsor THY ile Milano’ya uçtum. Kadim dostum Pier Giorgio Torti’yle (adını yazacağıma söz verdim, resmini de koyacağım) buluşup, 3 saatlik araba yolculuğu sonrası Sanremo’ya perperişan vardık. Ama önce Castano Primo’daki “Bergamo Maglificio Sportivo”nun outletine uğradık. Marcello Bergamo, 1970’lerde -ben ergenlikle uğraşırken- yarışmış profesyonel bir bisikletçi. Emekli olduktan sonra bisiklet giysileri üretmeye başlamış. Butik bir işletme. Kaliteli ama çok üst düzey olmayan, orta fiyatlı bibşort, tayt, mayo ve kışlık bisiklet giysileri üretiyor. Daha önce de alışveriş yapıp memnun kalmıştık. Pier ve ben, onaylamasa da yolculuğa izin veren sayın eşime şükranlarımızı sunmak için birer hediye aldık (Pier’inkini beğendi benimkini giyeceğini sanmıyorum). Kendime de kolsuz bir rüzgarlık ve kışlık bisiklet eldiveni alıp masrafı abartmadan kaçtık.

Signor Pier Giorgio Torti bisiklet yolunda

Pier’le hayat, iş, bisiklet, yarış dedikoduları ve 2 arkadaşın konuşacağı her tür konuda sohbet ederek rotayı Akdeniz’e kırdık (kendisine Pier denmesinden hoşlanır). 2 senedir otoyolu kullandık ama seneye arabayla yarış parkurunun bir kısmını gitmek için sözleştik. Otoyol meşhur Po Ovası’ndan devam ediyor, Cenova yakınlarında sağa sapıyor, kıyı boyunca Sanremo’ya, oradan Fransa sınırını aşıp Monaco ve Nice kentine kadar uzanıyor. Tiran Denizi’ne (bildiğin Akdeniz) kavuşan Liguria topoğrafyası, otoyolun %80 tünel ve viyadükle inşa edilmesini gerektirmiş. Sürekli tünellerden geçtik. Yol sakindi ama yaz mevsiminde İtalya’nın en kalabalık otoyollarından biri… Bagajda Pier’in Kuota Kharma’sı ve karısının Coppi MTB’si duruyordu (zaten araba da Monica’nın: Cennet karılarımızın ayakları altındadır). Karizma biraz çizilecek ama ne de olsa markası Coppi, bineceğim. Benim Roubaix’yi buralara taşımak zor geldi açıkçası. Cumartesi sabah Cipressa ve Poggio’yu çıkmayı planlamış durumdayız. MTB’nin, ağırlığına rağmen vites kombinasyonu yokuşta bana iyi gelecek. Yani kendimi bu şekilde avuttum, çünkü sülün gibi Kuota’nın yanında benimki çirkin ördek yavrusu gibiydi.

Coppi MTB Sanremo'da işimi gördü

Akşam 7:30 gibi otele yerleşip yemeğe çıktık. Zenginlerin “Hadi akşam yemeğine Fransa’ya gidip dönelim” durumu sınıra yakın yerlerdeki normal vatandaş için de geçerli bir lüks. 20 km ötedeki hududu geçer geçmez Menton kentine vardık. Fakat sazanın önde gideni olduğumuzdan, Akdeniz kıyısında bula bula bir Bröton restoranı bulduk. Elma birası yanında bröton usulü mantarlı krep yedik. Yemek sonrasında Sanremo barlarında sürtmeyi planlamış aslan parçaları olarak, esnemekten çenemiz ayrılmak üzere olunca fikir değiştirip otele döndük. Sabah 7:00’de kahvaltı için sözleştik, yastığı zor buldum.

Sabah kahvaltıdan sonra bisiklet kıyafetlerimizi giyip yola çıktık. İtalya’da bisiklete binmenin şöyle bir güzelliği var: Vücut ölçüsü ne olursa olsun, insanlar en güzel bisikletlerini altlarına çekip, en şık ve dar tayt ve mayolarını giyerek yola çıkıyorlar. Ne kimse diğerinin göbeğine bakıyor, ne yarışmaya kalkıyor ne de yavaş gidenleri aşağılıyor. Herkes keyfince ve meşrebince sporunu yapıyor. Ben tabii bir Türk'üm. Özgüveni eksik bir çocukluğun sonucu, bisiklete binerken vücut çizgilerimin göbeğime gelen bölümünü bol bir rüzgarlık içinde saklamayı görev telakki ederim. Ancak üstteki resminde de gördüğünüz gibi, Pier bundan hiç rahatsızlık duymuyor. Yolda gördüğüm benim iki katım göbeği olan adamlar da gayet mutlu mesut pedal basıyorlardı. Bu durumda ben de, cıvıl cıvıl beyaz, dar bir rüzgarlıkla “göbeemi“ Akdeniz kıyılarına salmakta bir beis görmedim.

Yarışın ilk grubu. Önde Popoviç, 4. sırada Tom Boonen, onun önünde saklanmış
Fabian Cancellara


Otelimiz dik ama kısa bir yokuşun tepesinde olduğundan uçarak deniz kıyısına indikten sonra “pista ciclabile”ye kendimizi vurduk. İtalya demiryolları şirketi ve Liguria yönetimi birkaç yıl önce kıyıdan giden demiryolunu içeri çekmeye karar vermişler. Ortaya çıkan arazi şeridi de bisiklet ve yaya yolu olarak düzenlenince Sanremo’nun batı ucundan doğuda San Lorenzo’ya kadar 25 km’lik harika bir parkur meydana gelmiş. Kıyıdan gittiği için yokuş yok ama sabah karşıdan sıkı esen Akdeniz rüzgarı ve benim ağır Coppi Pier’in tekerine tutunmamı zorlaştırıyordu. Yaklaşık 1.5 saat gidip geldikten sonra planımız değişti. Hem Cipressa hem de Poggio’nun bizi geciktireceğine hükmettik ve sadece Poggio’ya (Poggio’yu?) çıkmaya karar verdik.

Eski demiryolu tüneli form değiştirmiş

Anayoldan Poggio sapağına yaklaşırken, büyük şampiyonlarla aynı yolda, aynı yere doğru gitmekte olduğumu fark edince bir mucize hissiyle sarsıldım. Benden 4 kat güçlü ve 2 kat hızlı olsalar da, Coppi, Bartali, Merckx, Fignon, Petacchi ve Cancellara gibi yarı tanrıların yoluyla benimki üç boyutta birden kesişiyordu. Büyük bir mutluluk içimi doldurdu. Kutsal yerlere ayak basan müminlerin neler hissettiğini anladım. Poggio sapağından 200 metre önceki o anlamsız asfalt parçası benim kutsal toprağım oldu.

Uzaktaki tepe Poggio di Sanremo

Poggio, İtalyanca -artık hangi diyalektinde bilmiyorum- tepe demek. Çıktığımız yerin adı da zaten Poggio di Sanremo. Buranın yarıştaki önemini bilmeyen ya da La Primavera’dan habersiz olanlar için sapak ve ardından gelen yokuş gayet önemsiz, hatta süfli bir coğrafya parçası. Öyle ki, MSR’nun parçası olmasa, bisiklete binenler için bile alelade bir yokuş. 4 km uzunluğunda, ortalama %3.7 eğimli, profesyoneller için yokuş bile denmeyecek bir sivilce. Ama işte, 280 km pedalladıktan sonra, Poggio’yu 30 km/h ile çıkarken bir de atak yapmaya kalkınca efsane yokuş ortaya çıkmış oluyor. Bizim/benim böyle bir amacım(ız) yoktu. Şerefimle yokuşu çıkmak ve tabelanın altında resim çektirmek istiyordum sadece. Hain Pier benden çok daha formda olduğundan yokuşun 500. metresinden sonra eğim sertleşince uzayıp gitti. Ben ise, manzaraya bakarak, nefesime dikkat ederek, her zamanki gibi soğuk ve yağışlı geçen kışa, sigaraya, antrenman yapmamaya ve genlerime küfrederek çıkmaya devam ettim. Korktuğumdan kolay, umduğumdan zor bir yokuştu.

Durup resimlerimizi çektikten sonra sularımızı içtik. Tırmanırken kırılan gururumu tamir için inişe hırsla saldırdım. Virajların apeksini yalayarak, duvarlara teğet geçerek, viraj çıkışlarında hızlanıp frenajı tam kıvamında tutarak ok gibi Sanremo’ya indim… Pier, Vincenzo ve Fabian görünürde yoktular!!! Elbette böyle olmadı ama ben tam da böyle hissettim. Algı her şeydir ve bugün bile çok hızlı indiğimi düşünüyorum, bu da beni mutlu etmeye yetiyor (cidden Pier’e fark attım ama).

Bisiklete binmek, yeryüzü şekillerinin değerini bilmemizi sağlıyor. Bir yokuşun, inişin eğimini, yalancı düzlüğün ne mene bir şey olduğunu arabada anlamak mümkün değil. Bacaklarda artan ağrı veya fren sıkan ellerin sızlaması, rüzgarın kulaktaki uğultusu bunu fark etmemizi sağlıyor. Bir iyi yönü daha var yokuş çıkıp inmenin. Tırmanırken, bir süre sonra inişin başlayacağını bildiğinden, insan umutsuzluğa düşmüyor. İniş ise, yokuşun acısı hala taze olduğundan üstünlük hissini bastırıyor. Yokuş umut, iniş alçakgönüllülük veriyor bisikletliye…

Rüzgarın oğlu(!) iniş öncesinde...

Yokuşun umut vermediği tek yer parkurun zirvede bitişi olmalı… Otel yokuşuna sardığımızda motivasyonum ve kanımdaki şeker seviyesi sıfırdı. Eğim %20 olunca küfrü basıp ayağımı yere koydum. 20 metre kadar yürüdükten sonra gururum devreye girdi, pedallara tekrar asıldım ve azalan eğimin de yardımıyla otele olan son 400 metreyi çıktım. Duş ve toplanma sonrası asıl işimize, yarış seyirciliğine geri döndük.


MSR’ya 2011’de de gitmiştim. Hava daha kötüydü ve yarışı Poggio’da seyretmiştik. Yukarıdaki videonun 4:47’sinde görüntüye soldan giren, güzide bir kulübümüzün formasını giymiş, hoplayıp zıplayan meczup benim (arkamdaki de Pier). İlk MSR’m olduğundan heyecanım mazur görülebilir. Sonuçta Nibali’ye bağırıyorum. Hava soğuk ve kapalıydı, biz tecrübesizdik, aç ve açıkta kaldık. Poggio’ya yürüyerek çıkıp indik ve bundan hiç hoşnut kalmadık. Sefil, perişan olduk. Yazının üçüncü paragrafındaki duygular daha çok o yarıştan. Bu defa, Pier’e en ikna edici sesimle, Poggio’yu zaten gördüğümüzü, yer ayırtmadığımız için geçen seferki restoranda yine ayakta kalacağımızı, avuç içi kadar bir TV’den yarış seyretmeyi gerçekten isteyip istemediğini sordum. Cipressa’nın da şık bir yokuş olduğunu, hem o daracık geçitin yarışı seyretmek için en güzel noktalardan biri olduğunu söyledim. O da Poggio’yu çıkıp inmenin anlamsızlığını düşünerek kabul etti. Üstelik zamanında rahmetli anne babasıyla yemeğe gittiği güzel bir restoran olduğunu da hatırladı ve şerefle şanla San Lorenzo’ya doğru arabayla yola koyulduk.

La Cipressa
(köyün ismi Cipro/Kıbrıs'tan göçenlerden geliyormuş)

Cipressa diye bildiğimiz yokuş, San Lorenzo’dan Costarainera’ya çıkan yokuşun ucunda küçük bir kasabada bitiyor. 5.6 km, ortalama %4.1 eğim. Büyük Turlar’da belki Kat. 3 olabilir. Arabayla 7 dakika falan sürüyor. Deniz manzaralı, şirin bir köyümüz. Park yeri bulup köy meydanına inince, Cipressa'nın girişindeki dar geçidi görüp heyecanlandım. Şöyle bir “Nerede seyrederiz?” keşfi yaptıktan sonra restorana oturup nefis bir yemek ve bir şişe şarap içtik. Akdeniz’in kıyısında olmamıza karşın mönü hiç denizci değil. İlla ki makarna, domuz, tavşan, av eti, sebze, vs. Bu beni çok şaşırttı. İtalya’nın hangi kıyısına giderseniz gidin, ilk sunulan deniz mahsülleridir. Ama Imperia bölgesi, biz Türkler gibi sırtını biraz denize dönmüş. Zaten son nüfus sayımına göre 22 Türk yaşıyor 1100 kişilik kasabada. Nasıl oluyorsa…

Yemekten sonra TV’nin başına çöktük. Yanımızda 3-5 kişi de var. Bir tanesi MSR’ya 4 kere katılmış bir eski tüfek… “Biz gebermek üzereyken Merckx yanımızdan ıslık çala çala geçmişti” diye anlattı kıskançlıkla. Ben de onu kıskandım ama söylemedim. Yarışı izlerken, Cavendish bir anda Le Manie yokuşunda geride kaldı ve tüm denklem değişiti. En büyük favori olarak onu görüyorduk ama otuz saniyenin içinde yarış çok açık hale geldi. İtalyanlar şoven bir şekilde hangi vatandaşları kazanır hesabı yapmaya başladılar. Nibali isimleri duyuyorum ama Cancellara ve Gilbert’in de adı geçiyor (bu kısımdaki konuşmalar İtalyanca değil, bölgenin diyalektinde olduğundan, yarım yamalak ilerlettiğim İtalyancam işe yaramaz oldu ve Pier’e 10 saniyede bir “Ne dedi, ne dedi?” diye sormak zorunda kaldım). Ben de ağzımı açıp iki üç kelime edince Pier, gururlu bir baba gibi, sevgili arkadaşının Eurosport’ta yorumcu olduğunu ahaliye söyledi Bu beni fena halde gerdi, çünkü yanımda yarışı seyreden teyze de en az benim kadar ilgili ve bilgili yorumlar yapmaktaydı yarış hakkında (RAI'deyse Davide Cassani ve Paolo Savoldelli yorumluyorlar yarışı, gerilmekte haklıyım).

Yarış seyrediyoruz. Pier'in arkasındaki teyze Türkçe bilse beni Avrosport'tan kovarlar.
Öndeki abimiz de zamanında Merckx'in tozunu yutmuş...



Yarış kafilesi San Lorenzo’dan La Cipressa yokuşuna girince biz de dışarı çıktık. Şarabın
’ünü ben içtiğimden hafif sallanarak yer beğenmeye başladım ama yüksekçe ve güneşi arkadan aldığım bir yerde kalmaya karar verdim. Biraz sonra motorlar, arabalar, kafile geçmeye başladı. Heyecan, fotoğraf makinesi kontrolü, bir saniye hareketsiz kalıp “anı hissetmek” ve… “INIZIO GARA CICLISTICA!!!”


2 Mart 2012 Cuma

New York Lnicks

NBA'den Jeremy Lin rüzgarı geçiyor, bunu hepimiz biliyoruz. Önce hikaye; liseden sonra hiçbir üniversiteden basketbol bursu teklifi almayınca Harvard'a girip hem ekonomi okuyup hem de basket oynamaya devam eden Lin, başarılı performanslar gösterse de "Ivy League"'den sporcu çıkmayacağına inanan NBA takımları tarafından draft'da seçilmedi. Zaten Harvard mezunlarından çıkan ABD başkanı sayısı NBA oyuncusu sayısından daha çok ve son Harvard mezunu 1953 gibi bir tarihte NBA'da oynamış.

Draft edilmeyen Jeremy Lin kendi videolarını hazırlayarak NBA takımlarına başvurmuş. Golden State Warriors kendisini almış, ama NBA'in PAF (veya beyzbol jargonuyla minör) ligi olan NBDL ile esas takım arasında gidip gelmiş. Golden State kendisini serbest bırakınca Houston Rockets'a gitmiş. Orada da kapı önüne konulunca sonunda kendisini NY Knicks aldı.

Lin Lakers'a 38 sayı attı

Az önce -miş'li geçmiş zamandan -di'li geçmiş zamana geçtim, çünkü Knicks'in kendisi aldığı zamanı çok iyi hatırlıyorum. NY Times gazetesinde kendisini uzun uzun anlatan "En yeni Knick fasulyeden (novelty?) olmadığını ispat için geldi" mealinde bir yazı okumuştum. Muhtemelen çoğu kişi gibi bende de uyandırdığı izlenim "İlla yeteneklidir de, NBA için çok çok daha fazlası gerekir"di. Kendisi Tayvan asıllı olduğundan seyirci çekmek için bir hamle olabilir diye düşünmüştüm. En nihayetinde geçen sezon NBA'deki ilk İsrailli oyuncu olan Omri Casspi takımı Sacramento Kings ile New York'a geldiğinde Yahudi Gecesi düzenlendi ve İbranice Knicks forması dahil bir sürü organizasyon yapıldı. Yani, değişik etnisitelerin sinerjisini Knicks kaçırmak istemez diye düşünmek kolaydı Jeremy Lin transferi için.

Lin başta D'Antoni'yi pek etkileyememiş olacak ki geldikten sonraki maçlarda ya hiç oynamadı, ya da çöp zamanlarda oynadı. 17 Ocak'da NBDL takımına indirildi. 20 Ocak'da bir maçta 28 sayı 11 ribaunt ve 12 asist ile triple-double yapınca apar topar 20 Ocak'da tekrar NBA takımına çağırıldı. Knicks ile seneliği 800 bin dolara anlaşmıştı ama parayı ancak 10 Şubat'a kadar kovulmamışsa alabilecekti. Bu arada, geceleri kardeşinin New York'daki öğrenci evinde çekyatta uyuyordu. 2 Şubat'da Bulls maçında hiç süre almadı, 3 Şubat'daki Celtics maçında da 7 dakikada 2 sayı 0/3 atış 1 asist ile oynadı. Ama 4 Şubat'daki New Jersey Nets maçında 25 sayı attı ve spor gündemine bomba gibi düştü.

Bu aşamada "Rest is history" der Amerikalılar, yani hikayenin gerisi tarihe geçti artık. Bir Knicksperver olarak bu konuyu o dönemde yazmadım, çünkü çok fazla yazı çıkmıştı Jeremy Lin hakkında. Ayrıca hikayeyi çok iyi anlatan bir başka yazı da Yazıhaneden.com sitesinde Sedat Koç tarafından yazıldı.

New York Lnicks

Şu aşamada ise oturup Jeremy Lin aktif olarak oynamaya başladıktan sonraki Knicks'i, yani New York Lnicks (Linsanity gibilerden o kadar çok kelime esprisi üretildi ki, oooof off) ile Lin öncesi Knicks'in istatistiklerini karşılaştırdım. (İkinci rakamlar rakiplerin)


1 Mart itibariyle Lnicks 10-3, Knicks ise 8-15. Şut yüzdesi ikilikler için artmış. Niye ikilikler dedik, çünkü üçlük yüzdesi .309'dan .299'a düşmüşken, genel şut yüzdesi .421'den .451'e çıkmış vaziyette.

Şut savunması ise çok daha iyiye gitmiş. Rakiplerin şut yüzdesi .450'den .432'ye gerilerken, üçlük yüzdesi .394'den .331'e gerilemiş.

Knicks maç başına 22.7 faul atışı kullanırken Lnicks'de bu sayı 27.0'a yükselmiş. Tabii bunların sebebi asistler. Başarılı şutların kaçının asistli olduğu oranı .544'den .563'e yükselmiş Lnicks ile. Bu yükseliş dramatik gibi gözükmese de, giren şut sayısı yükseldiği için yapılan asist de haliyle bayağı artmış vaziyette.

Ribauntları yüzde olarak hesaplarken kabaca kaçan şutlara oranlıyorum. Elbette kaçan serbest atışları saymasa da (kaçan kaç faul atışının ribaunta konu olduğunu box score'lardan anlamak imkansız) yine de bunun ihmal edilebilir olduğunu düşünüyorum. Neyse, hücum ribauntu oranımız .232'den .258'e çıkmış. Ama defansta da hücum ribauntu verme (diğer deyişle savunma ribauntu alamama) oranı artmış.

Jeremy Lin'in en eleştirildiği konu olan top kayıpları bağlamında baktığımızda ise, rakiplerin maç başına ortalama top çalma rakamının 8.0'dan 9.2'ye çıktığını görüyoruz. Ama toplam top kaybetme daha az yükselmiş (16.3'den 16.7'ye). Yani çok anlamlı bir farklılık oluşmamış. Anlaşılan Lin topları çaldırsa da, çaldırmayla ilgisi olmayan gereksiz top kayıpları azalmış.

Bundan sonra New York Knicks ne yapar?

Şu anda Knicks'in çok derin bir kadrosu var. Sayalım:

PG: Lin, Davis, Bibby, Douglas
SG: Fields, Shumpert, Walker
SF: Anthony, Novak, Harrellson
PF: Stoudemire, Jeffries, Balkman
C: Chandler, Jordan

Her ne kadar, Carmelo'nun bol top sevgisi ve Baron Davis dönünce ne olacak gibi sorunlar speküle edilse de, görünen o ki ikisi de Lin'i seviyor. Davis yaşlı ve sakat olarak kendi kariyerini de uzatacağı için ikinci (ama iyi süre alan ikinci) PG rolüne razı, görünen o.

Bence aşağı doğru uzunlaşıldıkça kadro daralıyor. Başka bir C/PF türü oyuncu artık pek etkinliği kalmamış Toney Douglas ile takas edilerek alınırsa iyi olabilir diye düşünüyorum.

Bu sezonki spekülatif ve duygusal tahminim, konferans finalinde Miami'ye 4-1 ile eleniriz, Miami de Oklahoma'yı 4-0 yenerek Lebron'a ilk NBA şampiyonluğunu kazandırır. Jeremy Lin akıllı, soğukkanlı ve adaptasyonu iyi bir oyuncu, ama daha "#birAlexdeğil" durumunda. NBA şampiyonları kolay yetişmiyor. O da olacak inşallah.