30 Aralık 2014 Salı

Kalmış Malzemeden Yıl Sonu Yazısı

Aylardir yazmadığım gibi, yazmaya dair bir itki de yok. En son 10 Eylül’de Ray Rice’ın kadın dayağı bahanesiyle yazmışım. Motive eden olaya da bakınız! Üstün dehalar, büyük yazarlar falan kriz zamanlarında çıkarmış ya, ülkenin bu kriz şartlarında dahi üç satır yazamıyorsam, ne büyük, ne de yazar olmadığım anlaşılmıştır. Zaten gelecek vaad etme yaşım da geçti, yaşamın çalkantılarında sallanıp duruyorum (pardon ama "itki" ne demek?). 

Açıkçası, bu kuraklığı, twitter ve instagram’ın “kendimi ifade etme ihtiyacı”mı gidermesine bağlıyorum. Yoksa ellerim düğümlenmiş değil. Evet, son çocuğum da YGS/LYS hazırlık sarmalına girdi, gerginiz. Ekonomi durgun ve şirketin karlılığı düşüyor, tadımız kaçık. Ülkemin içine itildiği ortamdan dolayı aşırı mutsuzum ama bunlar beni durdurmazdı. O 140 karakter veya şipşak çekilen resmin altına attırılmış iki satır, buhar tankına yerleştirilen istim tahliye vanası görevi görüyordu. Bir şeyler biriktikçe, tırt bir tweet’le rahatlayıp atalete geri dönmek hem tembelliği getiriyor hem de o istimi alıyor işte. Üstelik, iki cümleyle rahatladığıma göre çok da birikim oluşmuyormuş. Bir de, bu sene, “Veloturk” projesi çok emek ve zamanımı aldı. Yazı yazacak halim kalmadı çoğu zaman.

Sayın ve sevgili blog partnerim Savaş’ı durduran ise gereksiz bir “sorumlu baba figürü” çizme hevesi oldu. Şubat 2011’de doğan Özgür’ü ataerkil bir Türk babası gibi karısına bırakacağına, modern erkek triplerine girerek, mamasından alt bezine, psikolojisinden, kreşe alıştırma dönemine (kuluçka dönemi gibi oluyor) kadar her şeyiyle ilgilenince o da blogu tavsattı. Zaten tuttuğu takımlar -biri hariç- Kaybedeler Ligi -hatta Konferansı- olduğundan adamı yazmaya motive edecek durum da doğmuyordu. İnsan Jay Cutler’ın ve Cubs'ın (hatta Knicks'in) performansından nasıl motive olabilir ki yani?

Savaş’la bu siteyi kurarken “futbol dışı yazılar” diye konuştuk ve de hiç bozmadık. Çok da iyi olmuş. Aslında, geçen dört yılda, özellikle Türk futbolunda yazılacak bir sürü şey oldu ama çoğu mide bulandıracak kıvamdaydı. Hem zevk için yazı yaz hem öğür, ı-ıh! Boka bulaşmadan, bisiklet, beyzbol, amerikan futbolu, gibi işlere daldık. Ülke meselelerinden uzakta kalmış elitist, beyaz Türk tavrına benzediğini kabul ediyorum ama, spor gibi, aslında hiçbir işe yaramayan bir konuda, keyfe keder işler yapıyoruz. Dolayısıyla canımız isteyince yazdık, istediği halde yazmadığımız, yazamadığımız zamanlar da oldu.  

Savaş’ın ve benim yazılarımızdan hoşlananlar ara ara “Yazsanıza ya..?!”diye sitem ettikçe gerçekten çok utanıyorum. Yazmam gerek ama elim gitmiyor. Yazıyla, bisikletle olduğu gibi bir ilişkim var. Bindikçe daha çok binmek istiyorum ama ayrı kaldıkça uzaklaşıyorum. Yazıların da arası açıldıkça heves azalıyor, yazarken ne kadar eğlendiğimi unutuyorum.

En son, geçen akşam Püzant Bey’in pasına Mustafa Bey’in plasesi utanç bardağımı doldurunca yazının başına oturdum, buraya kadar geldi. Eee buradan ne tarafa?

2014 yol bisikleti sezonunun bir özetini yapmayacağım. Hem bilgiye ulaşmak eskisinden çok daha kolay olduğundan bu tip yazılara olan talep azaldı hem de web üstünde hemen her dilde dilde çok daha iyi yazılar zaten çıktı. Bisiklet veya değil aklımda yer eden, beni heyecanlandıran, üzen, sevindiren sportif olaylara dokunmak istiyorum.

DEUTSCHLAND, DEUTSCHLAND UBER ALLES!! 


7 gol yenir mi ya?



Bence yılın spor olayı Almanya’nın Brezilya’ya Dünya Kupası yarı finalinde 7 atması oldu. Cidden. Futbol yazmıyoruz tamam ama bu başka bir şey. Tsunami, deprem, adına ne dersen. Ağzım açık seyrettim. İki golü içkime buz koyarken kaçırdım düşünün. Karım salonda çığlık çığlığa “Yine attılaaar!!” diye bağırdıkça koşarak salona gelip golün tekrarını görüyor, cin ve toniğin hassas dengesini bir kimyager titizliğiyle ayarlamak için mutfağa döndüğümde yine çığlıklar atıyordu “Goool!” diye. Hayatta bir kere yaşanacak bir şeydi bu. 1950’de Maracana’da, Uruguay’a yenilince saatlerce statta çakılı kalan bir ülke, tarihinin en acı yenilgisini yine kendi evinde aldı. Maçın sonuna doğru eşimin acıma hissi öne çıktı. Bana dönüp “Atmasınlar artık Sarper yaaa!!” diye Almanlar’a müdahale etmemi istemeye başladı. Kadınlarda merhamet duygusu, erkeklerde ise –en azından bende- dramın daha inanılmaz ve büyük olması isteğini uyandıran bir maçtı (“10-0 olsun anasını satiim, bir daha nerede görürüm bu skoru?” gibi).

NFL

Bisiklete gelmeden önce Amerikan futbol ligi NFL’e dalayım. Yasaklanmadan (veya evrim geçirmeden) önce ne kadar seyredebilirsem kendimi şanslı sayacağım bir show. Tam bir takım sporu. %99 pozisyonel taktiğe dayalı, rakibi yanıltmaya yönelik hamlelerle dolu, gladyatörler tarafından oynanan bir satranç maçı (bisiklet sporu da tekerlek üstünde satranç diye tanımlanır bilirsiniz). Oyunun hala anlamadığım onyüzmilyonbin kuralı ve inceliği var ama gittikçe daha çok bağlanıyorum. Elbete bisiklet sevgimi geçemez çünkü kar ve pazarlama üstüne inşa edilmiş suni bir spor. Halkın ve basının tepkisine göre zırt pırt kuralları değişen, sürekli bir hikaye, karşıtlık, rekabet (artık malı ne sattıracaksa) yaratmaya yönelik, tek elden yönetilen bir gösteri. Tüm bunların farkındayım. Ama "bilinçli naiflik" dediğim bir ruh hali içinde merak ve heyecanımı besleyen bir sürü öge bulabiliyorum. 

Önceki hayatımı geçirdiğim Boston kentinin takımı, canımız ciğerimiz New England Patriots hastasıyım (1700'lerde Kırmızı Urbalılar'a karşı savaştım buna eminim). Bu sezon (yani geçen sezon:2013-2014), yine AFC Finali’ne çıkmayı başardık. Zaten son 15 yılın en başarılı takımıyız. Beş kez Super Bowl oynadık, 3 defa kazandık. Ama bu sene, SB öncesi yarı final demek olan AFC Şampiyonluk maçında, elleri kırılasıca, boynu altında kalasıca Peyton Manning’e boyun eğdik (herif dört kere boyun ameliyatı olduğundan mecazi bir dilek değildir). Tabii çok üzüldüm. Tom Brady ve coach Belichick şu ahir ömürlerinde beraberce 2-3 sene daha mücadele edecekler. Bir Super Bowl oynamak daha haklarıydı. Ama olmadı, olamadı. Savunmamız, hele "secondary" denen arka taraf kötüydü. Denver akıllı bir oyun ve Brady’nin kötü performansıyla finale çıktı.
Kaybedince teselli olarak evde böyle bir olay var.
Ama çıktıklarına pişman oldular. Sezonun en iyi hücum takımı olan Broncos, Pete Carroll’un başında olduğu Seattle Seahawks’a 43-8 gibi bir hezimetle yenildi (Carroll hem USC hem de Pats’in eski hocasıdır, ben sevmeyeyim kim sevsin). Daha maçın ilk oyununda, Broncos center’ının yanlış snap’i sonucu, top Manning’in başının üstünden uçtu gitti. Denverlılar topa end zone’da anca yetişip tutabildiler. Kurallarda bu olayın adı “safety” ve karşı takıma 2 puan yazar. Ne Manning ne de takımın geri kalanı bu ilk şoktan kurtulamadılar. Manning 1 TD/2 INT ve 280 yd ile kariyerinin kötü günlerinden birindeyken, daha iki yıllık Seahawks QB’i Russell Wilson yaşından umulmayacak bir olgunlukla 2 TD attı. Manning beter olsun derim başka bir şey demem. Schadenfreude’den sarhoş oldum. 

"Yine kaybettim ve evdeki Gisele değil..."

Aslında bu maç elbette 2013 sezonunun finaliydi ama Şubat ayında oynandığı için bu seneye girmiş oldu. Bu hafta da 2014-2015 normal sezonun ilk playoff maçları oynanacak ve gözüken yeni bir Broncos-Patriots yarı finali. Yürek yemiş Vatanseverlerimiz’den bizi yine Super Bowl’a taşımalarını diliyoruz. Peyton’u geçeriz, bu aralar iyi oynamıyor ama Seattle (finale kalırsa) yine müthiş maalesef. İşimiz zor.

VELOTURK 




2014’ün kişisel olarak en önemli spor olayı ise ”Veloturk” oldu. Aslında bu bir sosyal sorumluluk projesi, spor tarafı ikinci plandaydı. Beş arkadaş, “1000 çocuğa 1000 bisiklet” parolasıyla, Anadolu’nun gelir düzeyi düşük illerindeki çocuklara bisiklet hediye etme amacıyla bir işe soyunduk. Avrupa’daki amatör bisiklet yarışlarına katılıp dikkat çekmeyi, böylelikle bulacağımız sponsorlar ve halka satacağımız tişörtlerden elde edilecek gelirle de bisikletlerin maliyetlerini karşılamak üstüne bir plan gerçekleştirdik.  Sabahları 06:00’da kalkıp fitness antrenmanları yaptık, bol bol bisiklete bindik, diyet yaptık. Avrupa’da dört yarışa katıldık, biri hariç hepsini bitirdim (Kopenhag’da 60. km'de düşüp yarışı bırakışımın acı hikayesi burada). 


Vélo 24h - LeMans

Sonuçta Van, Tatvan, Bitlis ve Soma’da 500 bisiklet dağıtık. Daha 170 bisikletlik fonumuz var. 1000 bisiklete ulaşamadık ama projeyi daha da büyütmeye karar verdik (çünkü rahat kıçımıza batıyor). Sırada inşallah daha çok çocuğa bisiklet hediye etmek ve lise öğrencileriyle bir yol bisikleti takımı kurma projesi var. Dikkat çekip fon oluşturmak için de yine yarışlara katılacağız. Bir başka sürprizimiz daha var ama onu şimdi yazmayacağım. Bu projedeki takım arkadaşlarım Arda Türkmen, Okan Can Yantır, Aydın Diricanlı ve Berkem Ceylan'a sevgilerimi, tüm sponsorlarımıza teşekkürlerimi, para verip Veloturk tişörtü alan yüzlerce hayırsevere de da şükranlarımı sunarım. 


YOL BİSİKLETİ

Bu yılki Fransa Turu’ndan beklentimiz çoktu. Froome ve Contador savaşacak, Nibali onları zorlayacak, çok çekişmeli ve güzel etaplar izleyecektik. Daha ikinci etapta Nibali’nin Sarı Mayo için yaptığı atak Sicilyalı’nın vuruşmadan teslim olmayacağını düşündürdü. Ama Fransa Turu’nda ne zaman parkura Paris-Roubaix esintileri gelse birileri dağılır (Frank Schleck, Lance Armstrong). Bu sene ilk giden Chris Froome oldu. Favori olma gerginliği mi yoksa takımın koruma kollama görevini tam yapamaması mıdır nedir, Froome daha İngiltere’deki Grand Départ etaplarında düşmeye başladı. Ama en kötüsü ve ipini çeken 5. Etap Ypres-Arenberg’de arka arkaya iki kez düşerek yarışa veda etmesi oldu. Aynı etapta Contador da Nibali’ye zaman kaybetti ama sonradan bu kaybın da anekdot olarak kaldığını gördük. Contador 10. Etap’ta kötü bir kaza geçirerek yarış dışı kaldı. Bacağının kırıldığı açıklandı ama bir ay sonraki Vuelta performansı o kadar iyiydi ki kırığın niteliği bayağı tartışıldı.



Vincenzo Nibali’nin, iki büyük rakibi daha yarış dışı kalmadan fark atmaya başladığını hatırlıyoruz. Dolayısıyla Froome ve Contador’un yokluğunda Le Tour’u kazandığı için kendisine Abdurrahman Çelebi muamelesi yapmaya gerek yok. Bu yılın en önemli yarışını bileğinin hakkıyla, en yakın rakibine 7’37” fark atarak kazandı. 




Contador Vuelta’yı Froome’un 1’10” önünde kazanırken son dere akıllı bir yarış koştuğunu hatırlıyorum. Ama yılın Nibali’yle beraber en güzel performansı Giro galibi Nairo Quintana’dan geldi. 2013’te TdF’da ikinci olmasına rağmen Movistar onu bu sene Giro’da değerlendirmeyi seçti. Movistar patronu Eusebio Unzue, Nairo’nun TdF’da kazanma baskısı yaşamadan, kendi karakterine daha uygun Giro yokuşlarında başarılı olacağını hesap etmişti. Arada Valevrde’yi kayırma niyeti olmasa daha da zevkle onaylayacağım bir karardı bu. Sonuçta Quintana daha 25 yaşını bile bitirmedi. Önünde nereden baksak 10 yıllık fırsat penceresi var. Nitekim 2015’de onu Fransa Turu’nda göreceğiz mutlaka. Üstelik Vuelta 2014’de yaşadığı kazayla daha da olgunlaşmış olarak. 




UCI Dünya Şampiyonası oldukça sönük bir parkurda ve fazla heyecan yaratmadan geçti. Fakat sezonun en dikkat çeken sporcularından Michal Kwiatkowski’nin, son kilometrelerdeki risk dolu atağı ona zaferi getirdi. Bisikleti bunun için çok seviyoruz. Zafer için küçücük bir umut için varken bile her şeyi göze alıp atak yapanlar olduğu için. Elbette bu zaferde Dünya Şampiyonları’nda taktik IQ’su 20 civarında seyreden Valverde ve İspanyol takımının da etkisi büyüktü. ITT’de Wiggins’in Panzerwagen’ı geçişi ise yılın zamana karşı olayıydı bence.

ITT demişken Jens Voigt’un Saat Rekoru’na da değinmek gerek. UCI Başkanı Brian Cookson’un Saat Rekoru kurallarında yaptığı değişimle tekrar canlanan rekor denemelerinin ilkini, emekli olan Voigt denedi ve kırdı. Hemen arkasından birçok saata karşıcı da olaya sarıldı ama Voigt kadar ilgi ve sempati kazanmaları zor gözüküyor (Wiggo, Fabian ve Panzer denerlerse olay büyür elbette). 




Yıl boyunca koşulan Klasikler de ilginçti. Valverde’nin Fleche Wallonne, Simon Gerrans’ın L-B-L’i kazanırkenki fırsatçılıkları hatırlanmaya değer ama Fabian Cancellara’nın, üç Belçikalı’yı sprintte geçerek kazandığı De Ronde hala aklımda. Son 2 km’lik dümdüz yol şeridinde üç rakibini de tartıp, arkadan sprinti kendi açıp sonuna kadar gitmesi nefes kesiciydi. Yani, yıl içinde odur, budur, bir sürü yarışçıyı beğeniyoruz ama Cancellara başka bir olay. 1960 ve 70’lerde yarışsaydı adına ne kitaplar yazılırdı kimbilir. Modern zamanların ruhu efsane yaratmamıza izin vermiyor artık.

VOLVO OCEAN RACE          

Hemen hemen hiç yazmasam da çok hayranlıkla takip ettiğim bir spor da açık deniz yat yarışları. Vendée Globe, La Route de Rhum, Barcelona World Race, The Transat, Velux 5 Oceans ve Volvo Ocean Race bunların en önemlileri. Şu aralar Volvo Ocean Race sürüyor, 31 Aralık’ta da Barcelona World Race başlayacak. Bu yarışların içinde en zoru dünya etrafında, tek başına, yardım almadan non-stop koşulan Vendée Globe. Ama maalesef onun için 2016 Kasım’ını beklememiz gerekiyor.




Bu seneki Volvo Ocean Race’e 7 tekne, dokuzar kişilik tayfayla katılıyor. Tekneler “one design” yani tek elden çıkma, Farr tasarımı. Yarış 9 ayak üstünden koşuluyor. Halen 2. ayak bitti ve yelkenciler Abu Dhabi’de. Yarışın ilk etabı (Alicante-Cape Town) sonunda birinci ve ikinci arasındaki fark sadece 12 dakikaydı. İnanılmaz!! 25 gün ve 6,500 mil yarışıp sadece 12 dakika farkla yarış kazanmak veya kaybetmek…  

Cape Town-Abu Dhabi arasındaki 2. ayakta ise inanılmaz bir şey oldu. Danimarka teknesi Team Vestas Wind, her türlü navigasyon cihazı ve detaylı haritaya rağmen, Mauritius Adası’nin 200 mil uzağında, okyanusun ortasında, gecenin bir yarısı karaya oturdu!!! Rota üstündeki mercan resifini fark etmeyen ekip kayalıklara kafadan daldı. Video çok dramatik.




Gece boyu dalgaların tekneyi habire kayalara vurması sonucu sabaha karşı tayfa dağılmakta olan gemiyi terk etti.  Birkaç saat sonra sahil koruma botu (kıçtan takma küçük bir motor) onları kurtardı ama tekne kullanılmaz hale gelmişti bile. Olayın arkasında büyük bir ihmal ve hatalar zinciri var ama soruşturma komisyonu daha raporunu açıklamadı. Fakat kaza navigasyon cihazlarındaki bir sorundan kaynaklanmamışsa, kaptan Chris Nicholson ve navigatör Wouter Verbraak’ın  profesyonel spor hayatları bitmiş olabilir.

Ha bu arada, yarışta Alaton Ailesi’nin şirketi Alvimedica’nın sponsor olduğu bir tekne de var. Türk tayfa yok ama Türk bayrağı geminin kıçında yerini almış durumda. Team Alvimedica  halen 10 puanla dördüncü durumda.

NBA

Basketbol çok deli divane olduğum bir spor değil. Bir kere bizim takım(lar) oynarken çok heyecanlanıyorum ve seyredemiyorum. Sonra tüm yaz antrenman yaptığım halde boyumun 2 metre olmayacağı belli olunca 13 yaşında kenara itilip sigara ve politikaya itilmiş bir ergenliğin acısı var. Üstelik yeteneksizim de. Nasıl seveyim ki!!

NBA’de maç özetleri hoşuma gidiyor ama tüm bir maçı izlemeye sabrım yetmiyor. Jordan emekli olduğundan beri tüm bir maçı seyretmiş değilim. Genelde özetlere alınan artistik hareketlerde pek yer bulamayan, Texas’ın itilmiş kakılmış kenti San Antonio’nun takımı Spurs, basit, efektif ve gerçek basketbol oynayarak bir kez daha şampiyon oldu. Yaşlı adamların gençlere geçirmesine bayılıyorum ya, işte Parker-Ginobili-Duncan üçlüsü, başlarında huysuz, aksi, basını sevmeyen, eski hava subayı Greg Popovich ile beraber başarıya ulaşınca yüreğimin yağları eridi. Hem de LeBron’lu Miami’yi tokatlayarak. Spurs’ün oyununa herkes sıkıcı diyor ama işte o sıkıcılıkta muhteşem bir kalite var aslında. Takım hep boş adamı arıyor, kimse bencillik yapmıyor, sabırla top çeviriyorlar ve sonunda boş şutu buluyorlar. 



Sıkıcı diye eleştirilen Popovich neyse ki sadece takımın sahibi Peter Holt'a hesap veriyor. Holt da aynı yollarda bir adam. 1993’de takım San Antonio’yu terk etmesin diye para koyup takımı satın almış. Popovich’i 18 yıldır takımın başında tutuyor. Sosyal projelere hep önem veren, takımın her zaman şehir için de yararlı olmasını isteyen biri. Zengin ve Cumhuriyetçi elbette ama o kadar kusur olsun. 


Popovich gözükmüyor ama patron öndeki amca..
Holt’un değerleri ister istemez takıma yansıyor elbette. David “Amiral” Robinson’dan bayrağı devralan Tim Duncan ve Parker, deli paralar isteyerek takımın bütçesini zorlamak yerine, daha azını kabul ediyorlar. 30 sayı atmak için zorlamak yerine 14 sayı, 12 ribaund, 7 asist daha değerli onlar için. Zaten Duncan havalı tavalı işleri sevmeyen, özel hayatını büyük bir mahremiyet içinde saklayan, basınla falan çok konuşmayan biri. Malum tanımlamayla “leads by example”. Yani konuşup bağırarak değil iş yaparak örnek oluyor. O az parayı kabul edince diğerleri de evet diyorlar. Takım “lüks vergisi” ödemeden yıllardır başa güreşiyor. Bu sayede diğer pozisyonlara da iyi oyuncular alınabiliyor. Popovich de oyuncularını kolluyor. Yaşlı kurtlarını yorgunlarsa deplasmanlara götürmüyor. 

Velhasıl NBA’de Jordan ve başkentim Boston faktörü nedeniyle uzun yıllar göz ucuyla seyrettiğim San Antonio Spurs, hala göz ucuyla seyrediyor olsam da, bu sene kalbimde bir yer edindi. Alçakgönüllü, fedakar, az konuşan, tüm maharetini sadece sahada gösteren bir takım. “Profesyonel sporcu olsaydım…” adlı çocukluk hayallerimin vücut bulmuş hali.

Beyzboldan bahsetmedim. 2013'de şampiyon olan canım Red Sox'umun felaket sezonundan, bir atıcının (Madison Bumgarner- SF Giants) tek başına 2.5 maç kazanarak takımını şampiyon yapmasından, NY Yankees'in bayrak ismi, kaptanı, düşmanımız Derek Jeter'ın emekli oluşundan dalıp çıkabilirdim (beni deli etmek için gitti bir de Players' Tribune diye yayıncılık işine girdi). Sonra kriket yazıp okuyucunun çürük domateslerini tutmaya çalışabilirdim; kafasına gelen kriket topuyla ölen 2 sporcu oldu geçen iki ay içinde. Tenis gibi epik karakterlerle dolu bir sporda D.F. Wallace gibi olmasa da bu senenin şerefine bir "Federer Anı" yazabilirdim. Ama durmam lazım. Çünkü, çoğunu okuyamadığım harika kitapların büyük yazarı Haruki Murakami, günlük yazı emekçiliğini, hala yazacak bir şeyleri varken durdurduğunu söyler. Böylce ertesi güne yazma isteğiyle başlarmış. Ben de bu yılı, hala yazacak bir sürü konu varken bırakayım. Umarım seneye daha çok yazarım.

Spora fazla önem vermeyin ama spor yapın. Sevdiklerinizle beraber mutlu, sağlıklı bir yeni yıl dilerim.



12 Aralık 2014 Cuma

Malta'da Türk Yelkenleri!!!





Ercüment Gümrük ve kızı Elif'i geçen sene başlattığımız #VeloSlow aktivitesinde tanıdım. Ercüment Abi'nin, uğruna yuva yıkılacak güzellikte bir Wilier Triestina'sı vardır, eski milli bisikletçi olarak da hakkını verirdi. Ama o ve Elif yazın hafta sonu binişlerine pek katılmazlardı. İkisinin de sıkı birer yatçı olduklarını, Keyif 60 tekneleriyle yarışlara katıldıklarını öğrenince hafta sonu kaybolmalarının nedeni ortaya çıktı. Ercüment Abi, kalbinin teklemesi sonucu bisiklete biraz ara verdi ama aşağıdaki yazıda da okuyacağınız gibi spora ve yarışmaya ara vermedi. Keyif 60 ekibi, Malta Kraliyet Yat Kulübü'nün 1968'den beri düzenlediği zorlu Rolex Middle Sea Race'e katılan ilk Türk teknesi oldu.  

Elif Gümrük'ün kaleminden çıkan bu zorlu yarışın tam hikayesini "futbol dışı hareketleri ekrana getirme" misyonunu kararlılıkla sürdüren Spor Locası'nda yayınlamaktan sevinç duyarız. - SG




Malta'da Türk Yelkenleri!!!


Elif Gümrük - Keyif 60





Dünyanın sayılı yat yarışlarından olan Rolex Middle Sea Race’e (RMSR), Siyami Ersek Hastanesi yoğun bakım ünitesinde karar verdik dersem, dalga geçiyorum zannedersiniz. Keyif 60 ekibi için Malta’daki yarış hikayesi gerçekten böyle başladı. Eski milli bisikletçi ve 2013 yılının Ekim ayına kadar master kategoride bisiklet yarışlarına katılan Ercüment Gümrük, geçirdiği ufak sağlık sorunu nedeniyle bisiklet yarışlarını bırakması gerektiğini öğrenir öğrenmez, 2014 yılında bisiklete binmeyi planladığı coğrafyada yat yarışlarını araştırmaya başladı. Malta’da start alan, Sicilya adasının etrafında dolaşıp yine Malta’da biten 610 millik bu yarışa katılan ilk Türk ekip olma serüvenimiz böyle başladı. 


Şimdiye kadar bütün ekibimizin katıldığı en büyük yarış, Türkiye’de her sene İstanbul-Bodrum arasında gerçekleşen Aşağı Yarışı olduğu için, bu karar aslında bizim için bir tür çılgınlıktı. Ama zaten neredeyse bütün ekip yarı delilerden oluştuğundan ekip arkadaşlarımız arasında bu karara karşı çıkan kimse olmadı. Aksine herkes büyük bir heyecanla karşıladı. Tabii ki böyle bir yarışa “Hadi!” der demez katılamazdık. Her türlü yarış ve güvenlik dokümanını defalarca okuduk, teknede gerekli değişiklikleri yaptık, onu şimdiye kadar gördüğü en detaylı bakımdan geçirdik. 



Keyif 60, yarışın tüm güvenlik önlemlerine uygun olduğunu sandığımız şekilde, starttan bir hafta önce Malta’ya ulaştı. Ancak yapılan güvenlik kontrolleri sonucu birçok ufak tefek eksiklik bulundu. Ama asıl, yayınlanan ek talimatta belirtilen, teknede AIS bulundurma zorunluluğunu atladığımızı fark ettik. Hatta güvenlik kontrolüne gelen görevlilerden “Siz bu şekilde Türkiye’de nasıl yarışıyorsunuz?” sorusunu bile aldık. Starttan önce kalan 3 günde bütün eksiklerimizi kısmen Malta’dan, kısmen de Türkiye’den daha geç gelen ekip arkadaşlarımız sayesinde tamamladık. Bu arada, asıl yarıştan 3 gün önce yapılan 30 mil mesafeli “Coastal Race”de kategorimizde 3. olmayı başadık. 


Asıl macera, 18 Ekim Cumartesi günü, Malta’nın Grand Harbour’unda, büyük bir ihtişamla başladı. Hem karada hem de denizde, tahmin edemeyeceğimiz sayıda çok izleyicinin arasından start verildi. Teknedeki 10 kişi de hayran hayran top atışıyla verilen startı ve etrafımızda o ana dek sadece internet sayfalarında gördüğümüz yarış makinelerini izlemeye dalmıştı. İlk kavança atmamız gerektiğinde yarıştığımızı unuttuğumuzu fark ettik. Başüstünde, elimde rüzgar üstü iskotasıyla gönderin bana gelmesini beklerken, piyanoda üst baskıyı bırakan kimsenin olmadığını fark ettim. Neyse ki çok korunaklı bir limandan start aldığımız ve henüz limandan çıkmadığımız için hava çok hafifti. Ama bu hata bizi kendimize getirdi. 



Yarışın ilk gününü ideal bir havada, ortalama 8 knot hızla geçirdik. Ancak ikinci günden itibaren 60 saate yakın bir süre çok düşük havayla boğuştuk. Akşamüzerleri, hafif artan, gündüzleri ise iyice düşen havayla cebelleşerek Messina Boğazı’nı geçtik. Bu sırada Ercüment Gümrük başta olmak üzere, ekibin bisiklet meraklıları, Fransa Bisiklet Turu şampiyonu “Messina Camgözü” Vincenzo Nibali’ye selam çakmayı unutmadık! 


Hafif havayla mücadele ederken ekibin morali neredeyse hiç düşmedi. Hafif hava, Türkiye’de bizim için genellikle olduğumuz yerde çakılı kalıp, hafif teknelerin bizi yavaş yavaş geçmesini beklemek demekken, Tiran Denizi’nde aslında bizim avantajımıza olduğunu fark ettik. Hiç pes etmeden en ufak esintiyi bile sabırla kullanarak sınıfımızdaki birçok tekneyi bu sefer biz geride bıraktık. Yarışın takip app’inde bir tekneyi daha geçtiğimizi her görüşümüzde havasızlığın getirdiği bıkkınlık bir anda üstümüzden kalkıyor, böylece adım adım ilerliyorduk. Sicilya’nın kuzeyindeki, başta Stramboli olmak üzere, bütün Aeolian adalarını yavaş yavaş geçtikten -ve güzelliklerine hayran olduktan sonra- yarışın 4. gününün akşamına doğru, Palermo açıklarındayken rüzgar yavaş yavaş artmaya başladı. Hava tahminini sürekli kontrol ettiğimiz için zaten rüzgarın artacağını biliyorduk ama tahminlerin hiçbiri havanın 40 knot’ın üzerine çıkacağını söylememişti. 

22 Ekim sabahı 04:00 sularında hava 25 knot’un da üzerine çıktı. Artış trendinin durmayacağını anlayınca ana yelkene ilk camadanı vurarak yarışa devam ettik. Ancak 04:00’deki vardiya değişiminden sonra sabah 08:00’e dek ciddi bir hızla artan rüzgar 40 knotların üzerine kadar çıkarken ana yelkenimize 2. ve hatta donanımı olmamasına rağmen 3. camadanı vurmuş, cenovayı da furlingden ufalta ufalta 1 metre açık şekle getirmiştik. Ancak cenovamızı küçültmekte geciktiğimiz için, kapatırken yırtılmaya başlamıştı. Bütün bu rüzgara bir de Sicilya adasını bitirip rotamızı Pantelleria’ya, yani hafif güneybatıya çevirirken yaklaşık 90 derece dönen rüzgar yönü de eklenince iş iyice zorlaştı. Şiddetli rüzgarla 6 metreye ulaşan dalgaların geliş yönünün farklılık yaratması ekibimiz için asıl büyük sorunu yaratmaya başladı. Sancak kontra apaz-dar apazdan aldığımız rüzgara iskele baş omuzluktan yediğimiz dalgalar, yırtılmaya başlayan yelkenlerimiz, ve bu hava şartlarını ilk defa yaşayıp midesi kötüleşen ekip eklenince yarışın rotasında devam etmemiz iyice zorlaşmaya başladı. O sırada en sağlam kalan ve dümende olan Levent Moldur, yelkenlerimizin durumuyla yarış rotasında gidemeyeceğimizi bildirdi. Normalde kuzeyinden dolaşarak iskelede bırakmamız gereken Pantelleria adasının güneyinde güvenli olduğunu düşündüğümüz bir koya ulaşıp demir atarak fırtınanın azalmasını beklemeyi ve teknemizin durumunu kontrol etmeye karar verdik. 


İlk camadanı vurduktan yaklaşık 12 saat sonra hedeflediğimiz koya ulaşmış ve demir atmıştık. Şansımıza Türk yelkenci Enes Çaylak’ın da yarıştığı XPlane teknesi bizden yarım saat önce aynı koya ulaşıp demir atmıştı. Hem onlarla konuşup bizden başka teknelerin de çeşitli badireler atlatmış olduğunu duymak, hem de o kadar uzun süre fırtınayla boğuştuktan ve sırılsıklam kaldıktan sonra az da olsa korunaklı ve sakin bir alana varmış olmak bütün ekibin rahatlayıp kendine gelmesini sağladı. Tabi ki bu arada cenovamızı değiştirip yarışa devam edip etmeyeceğimizi konuşmaya başladık. Bu sırada sığındığımız ufacık koya yarıştan 2 tekne ve ayrıca birkaç balıkçı teknesi daha gelip sığınmıştı. Ancak bulunduğumuz noktada telefonlarımız çekmediği için havanın ne şekilde ilerlediğini göremiyorduk. Hava kararmaya başladığı sıralarda rüzgar tekrar döndü ve geceyi bulunduğumuz noktada geçirmenin tehlikeli olacağına karar verdik. Bizden önce demir alan iki teknenin arkasından, haritada gördüğümüz, yaklaşık 6 mil batıdaki balıkçı barınağına gitmeye karar verdik.

Barınağa vardığımızda, bizden önce 4 teknenin daha oraya sığınıp bağlandığını görünce şimdiye kadar hiçbir yarışta yaşamadığımız bir rahatlama duygusuyla karşılaştık. Meğerse saatlerce etrafta kimseyi görmeden ilerledikten sonra kendi teknemiz dışında birilerini görmek insanı çok rahatlatan, bu işte yalnız olmadığımızı hatırlatan bir duyguymuş. Vardığımızda zaten geceydi. Hepimiz çok yorgun ve ıslak olduğumuzdan kaloriferi çalıştırıp ıslakları havuzluğa yığdıktan sonra karnımızı doyurduk. Sonra erkenden uyuyup sabaha sağlam kafayla, barınağa vardığımızda çekmeye başlayan internetten hava raporlarını inceleyip teknenin durumunu tekrar inceleyip ne yapacağımızı konuşmaya karar verdik. Sabah bütün bu kontrolleri yapınca, o gün (Perşembe) tekrar denize çıkamayacağımıza karar verdik. Çünkü hava şiddetini düşürmeden esmeye devam ediyordu. Bulunduğumuz noktadan finişe kadarki mesafeyi, perşembe gecesi azalmaya başlayan hava ile yola çıksak bile, yarış süresi içinde tamamlayamayacağımızı üzülerek hesap ettik. 23 Ekim sabah 11:00 sularında yarış ofisini arayarak yarışı resmi olarak bıraktığımızı haber verdik.

Günü eşyalarımızı kurutarak, gün içerisinde barınağa gelen teknelere yardım ederek, su ve yakıt ikmali yaparak ve teknede çalışarak geçirdik. Diğer teknelerin, özellikle de yaklaşık 24 saattir dümen palası kırık şekilde fırtınada boğuşan Scarlet Oyster teknesinin yaşadıklarını dinleyince bizim başımızdan geçenlerin çok ufak şeyler olduğunu fark ettik. Açıkçası bu fırtına sonrasında Keyif 60’ın gerçekten sağlam olduğunu da öğrenmiş olduk. Bu şiddette havalar görürse dayanmayacağını zaten bildiğimiz yelkenlerimiz dışında teknede hiçbir hasar olmadı. 


Rolex Middle Sea Race, bütün ekibe gerçek bir offshore yarışın nasıl olduğunu öğretti. Meğer biz Türkiye’de offshore yarış neymiş bilmiyormuşuz. Geri dönüp baktığımızda, ilk gün 15 knotlarla ideal bir havada başladığımız yarışta, 2. ve 3. gün 5 knot’un üzerine çıkmayan rüzgarda dahi mücadeleye devam edip normalde iddialı olmadığımız havalarda adım adım rakiplerimizi geçmenin bize moral kattığını anladık. Ayrıca, Malta’ya döndüğümüzde 4. gün başlayan fırtınanın, yarışın 49 yıllık tarihinin en zorlu 48 saati olarak adlandırıldığını öğrendik. Fırtınada camadan vurmak, fırtına flokuna geçmek gibi bazı işlemleri yapmaktan geç kaldığımıza karar verdik. Bir de, her ne kadar denizlerimizde bu şartlara çok ender rastlansa da, böyle bir yarışa gitmeden önce, hem uzun süre denizde olup vardiya şartlarına alışmak, hem de uzun süre fiziksel çalışmaya dayanıklı olabilmek için Marmara Adası’na antrenman amaçlı gidip dönmek gibi hafta sonu planları yapmamız gerektiğini kararlaştırdık. 


Normal şartlarda böyle bir macera atlattıktan sonra çoğu insan “Bir daha asla!” diye düşünebilir. Ancak Malta’dan dönüş uçağında tüm ekibin aklındaki soru “Önümüzdeki sene tekrar nasıl gelebiliriz?”di. Kısacası, 2015 yılında, bizi nelerin beklediğini bilerek, daha hazırlıklı şekilde Rolex Middle Sea Race’e tekrar katılmak ve bu sefer 610 millik rotayı tamamlayabilmek umudumuz var.