30 Aralık 2015 Çarşamba

Kızım Eve Dönüyor




35 yaşından sonra yol bisikletiyle ilgilenmeye başlayınca, kaçınılmaz olarak “Yahu artık bisiklete de bineyim” dürtüsü ittirmeye başladı. İlk ve son bisikletim 11 yaşımda hediye edilen, bir gün kömürlükten uçup giden Pinokyo olmuştu. Kırk yaşıma kadar bu isteği erteledim (görmezden geldim) ama artık bisiklet alma zamanı gelmişti. Vasfi’nin kullanmadığı TREK 4300 D’ye el koyarak işe giriştim. Sahilde, ormanda biniyordum ama TV’de ve ara sıra yollarda gördüğüm yarış arabası kıvamındaki yol bisikletleri gözümü almaya devam ediyordu. Dağ bisikleti onların yanında kamyon gibi kalıyordu. 


Uzun yıllardır yol bisikletine binen arkadaşım Can’ın yol göstermesiyle ikinci el eski bir yol bisikleti aldım. Utanılacak şey ki bugün markasını bile hatırlamıyorum. Rengi gülkurusu diye aklımda kalmış ama bir yanılsama olmalı çünkü gülkurusundan nefret ederim. Herneyse... Bir gece, karanlıkta karşıma çıkan bir kadına çarpmamak için aniden yön değiştirip park halindeki bir arabaya kafadan toslayınca gül orta borudan kırıldı ve ilk yarış bisikleti tecrübem aniden bitti. 


Coppi'yle 29 Ekim'i kutluyoruz
Birkaç ay sonra, forumlarda bulduğum, Dura Ace donanımlı sarı Coppi’yi -yine Can’ın danışmanlığında- görüp, beğenip ikinci el olarak satın aldım. Acayip mutluydum. Vitesler yağ gibi geçiyor, hayat hikayesini artık ezberlediğim “Campionissimo”nun adını taşıyan canavarla uçuyordum. Ama “m=n+1” formülü uyarınca Coppi’nin yanına bir de karbon bisiklet ekleme hayalim yoğunlaşmıştı. Bütün sitelere girip çıkıyor, hangi bisikleti daha çok istediğimi düşünüyor, her birini ayrı sevdiğimden bir türlü karar veremiyordum. Sonunda Fabian Cancellara ve Tom Boonen’ın gazıyla, adına da bayılarak Specialized “Roubaix”de karar kıldım. Endurance tipi oluşuyla beni yormayacak, sloping kadrosuyla modern bir görünümü olacak, maşa ve çeki borularındaki vibrasyon emici silikon elastomerlerle mühendis tarafıma hitap edecekti. Ama “Roubaix” deyince iş bitmiyordu. S-Works olanı var, Expert’i var, Pro modeli var. Değişik karbon evsafı ve donanım paketleriyle 4-5 tip arasında gidip geliyordum. Serde itidal de var, daha şurada iki yıldır bisiklete biniyorken en üst modeli almaya utanıyordum. Sonunda “Roubaix Pro”da karar kıldım. Ne en üst, ne en alt modeldi. Yolda milletin yarışma hissini gıcıklamayacak, cüzdanı çok yormayacak, beni de havaya sokmayacaktı. Kardeş kardeş binip gidecektik. 


Roubaixciğim'in artistik bir pozu
Yıl 2008. Türk lirası dolar karşısında 1.30 gibi süper kuvvetli bir durumda. Aktif Pedal’a gittim, bir fiyat verdiler. ABD sitelerine bakıyorum, aynı kadroya Aktif’in avro olarak verdiği fiyatı dolar olarak sunuyorlar. Aradaki fark %10 falan olsa basıp buradan alacağım ama gavurun dölü %30 daha ucuz fiyat veriyor. Birkaç kere daha konuştum ama istediğim indirimi alamadım. Ekim ayında Deniz’le Amerika’ya gideceğimizden New York’taki bayileri taramaya ve yazışmaya başladım. Sonunda NYC’de kalacağımız eve yüz metre mesafedeki TOGA Bikes ile yakınlaştım. Bütün yazı apış aramdan yere olan mesafeyi defalarca ölçerek, kadro boyu tahmini veren her siteye girip çıkarak geçirmiştim. Ne istediğimi biliyordum. 54 kadro, siyah-beyaz Roubaix Pro’da anlaştık. TOGA’ya “Geliyorum kardeş” dedim, “Kadroyu ayırın!”. 

İşi çok iyi biliyorum ya, ful bisiklet almayacağım. Kadro alıp geleceğim, burada toplayacağım. Donanım olarak Shimano ve Campagnolo aklımı kurcalıyor ama o sene SRAM ilk kez “Red” serisiyle yol bisikleti segmentine girmiş. Bütün web siteleri “2 kilonun altındaki ilk grupset” diye yıkılıyor. Boğazdan kesip kilo vereceğime bisikletim çok hafif olsun istiyorum, mümkünse 6.8 kg. Reklam hummasına tutulmuş durumdayım. SRAM Red alacağım. 


Karaburun yollarında...(2013)
New York’a uçtuk, jet lag’imiz geçti, 2 gün sonra TOGA’ya gittik. Kadro boyunu bir daha ölçelim falan, ben bir 54, bir 56 kadro bisiklete binip iniyorum. Dükkanın müdürü sonunda “56 daha iyi dude!” dedi. Bütün yaz kıçına kitap sıkıştırıp 89 kere ölçü alan ben değilmişim gibi, adam “56!” der demez “Peki” diye kabul ettim.

Kadro üç gün sonra geldi. Aman Allahım bu ne güzellik!! İnsan dokunmaya kıyamaz!! Son kat boyanın altında parlayan karbon elyaflarının geometrik şekilleri kadroya sofistike bir ruh katarken yanlardaki beyaz şeritler de asil bir hava veriyordu. Aşk budur! Sadece 54-56 boy farkı yüzünden kafamda bir şüphe var fakat güzel bir kadının çekim alanına girmiş acemi oğlan gibi elimi dokundurur dokundurmaz kuşkularım silinip gitti, kendimi teslim ettim. Bu arada Deniz de kaşla göz arasında kendisine Roubaix’nin giriş seviyesi ful bir bisiklet aldı, hemen adını Carrie koyup Central Park’ta binmeye çıktı. Haliyle kıskançlıktan çatladım. SRAM Red, gidon, pedal, sele derken benimkinin daha bir sürü eksiği var.

Dönüşte, JFK’den Milano aktarmalı İstanbul uçağına bisikletleri teslim ettik. Tembel İtalyanlar aktarmaya yetiştiremezler diye 2 saat beklemeli olan İstanbul uçağını pas geçip Milano'da 6 saat oturmaya karar vermiştik. Yeter ki Carrie ve Roubaix’yle sağ salimen İstanbul’da buluşalım. Yeşilköy’e inip “oversize luggage” önünde beklemeye geçtik. 10 dakika, 15, 20, yarım saat, gelen giden yok. 40 dakika olduğunda ortalığı yıkmaya başladık. Deniz “Ben zaten demiştim, gitti Carrie..” diyor (ona kalsa baş üstü bagaja koymalıydık!!), ben İtalyanlar’ın anasından girip avradınan çıkıyorum. THY görevlileri ise son derece sakin dilekçeyi ve kayıp bagaj formlarını doldurtup bizi sepetlediler. Eve geldik ama cenaze havasındayız.  Yıllardır iş hayatında İtalyanların ketenpere operasyonlarını çok görmüşüm, hiç umudum yok. Hayatta gelmez bu bisikletler diye düşünüyordum. Haksızlık, kadercilik, umut, pişmanlık duygularının devinimiyle içim buruş buruş, yattık uyuduk.

Ertesi sabah THY’den gelen telefonla günümüz aydınlandı. Bisikletler Milano’da bulunmuştu. Öğle uçağına konacak, akşam İstanbul’da olacaklardı. Önceki gün o kadar üzülmüştük ki haber bizi ancak normal ruh halimize döndürebildi. Eve teslimat opsiyonunu kesin dille reddederek havaalanına uzadık. Bisiklet kutularının görünmesiyle yaşadığımız rahatlama hissini hala anımsıyorum. Bisikletleri arabaya yükleyip şen şakrak eve döndük.

Birkaç hafta sonraki doğum günümde Deniz Mavic Ksyrium Equipe jant seti hediye edince (insan Elite alır ya!) ben de SRAM Red’e ve diğer komponentlere giriştim. Sonunda 23 Kasım 2008’de Kaçkar Bisiklet’in Kızıltoprak şubesinde Serkan Yazıcı bisikleti toplamaya başladı. Her adımı yakinen takip ediyor, Serkan orasıyla burasıyla biraz fazla uğraşsa bir sorun çıktı diye geriliyordum. Güneş batıp akşam olduğunda Roubaix hazırdı. 

Salcano XRS001 (Kuma)
Tipi, şekli şemali erkek olmasına rağmen hep “Kızım” diye sevdim Roubaix’yi. Yağmurda düşünce kendimden önce onu kaldırdım, sağında solunda çizik görünce sinir oldum. 54-56 boy konusunda ben haklıydım, bisiklet bayağı büyüktü. Binmeye başladıkça seleyi öne aldım, gidon boğazını kısalttım ama hala büyük. 44 cm’lik gidonla üstüne çıktığımda bayağı salon salomanje bir havası vardır. Çok atak değildir, yön değiştirirken “Bu hıyar yanlış bi şey yapıyor olmasın?” der gibi bir an bekler, sonra döner. Sprinte kalkarken ilk iki pedal karbon elyafların arasında kaybolur, tekerler bilahare devreye girer. Ama hakikaten çok rahattır. Saatlerce binsem de efor dışında bir yorgunluk, rahatsızlık hissettirmez (Coppi perişan eder adamı mesela). Geometrisi gereği (bir de yaştan dolayı) üstüne çok yatamadığımdan grubun en uzun boylusu benmişim gibi olur, herkesi süzerim arkadan. Şimdi 7 yaşında ama bence bisikletlerin yaşını da dört ayaklılar gibi 6-7’yle çarpmak lazım. O hesapla bugün bayağı olgun bir hanım.

Roubaix’yi hala çok seviyorum ama zaman içinde hepsi benden kaynaklanan salaklıklarım yüzünden eskisi kadar binmiyorum. Bir kere çok büyük. 54 ve hatta 52 bile almam mümkünken 56 kadroyla otobüs kullanır gibiyim. Ezik Türk’ün “Siktir lan Johnny, 54 olacak o kadar!” dememesi affedilmez bir zayıflıktı. İkinci hata, Aktif’e Specialized’ın en iyi gidonunu ısmarlarken boy söylememek, bu nedenle de gelen 44 cm genişliğindeki gidonu takmak zorunda kalmaktı. Bisikletin ön tarafı balkon gibi, denize karşı masa kur, demlen. Zaman içinde Roubaix’den soğumama neden olan asıl etken ise yanlış kararlarımdan sonuncusu.  Az bilgi, çok bilgiçlik ve reklama kanmanın sonucu dolduruşa gelip, daha yeni çıkmış bir grupseti hemen almamam gerekirdi. SRAM Red “Double Tap” ile bence devrim yapmış, tek kolla vitesi hem büyütüp hem küçülten süper bir sistem geliştirmişti. Hala en sevdiğim yönüdür ve süper pratiktir. Estetik olarak nefis, hafif bir set olmasının yanında frenleri de harika tutuyor. Şöyle diyebilirim, 2008 model SRAM Red frenlerim 2015 model Dura Ace 9000 frenler kadar iyi neredeyse. Bunu derken birebir bilimsel bir karşılaştırma yapmış değilim, bana verdiği hissi söylüyorum (buna karşılık Coppi’de “Dura-maz- Ace”ler var). Ama Red’in bu ilk modelinde vites ayarları çok sık bozuluyor, vites geçişleri ise takur tukurdu. Bir iki sene sonra SRAM’cılar ve review yazan para yemiş it kopuk da bunu itiraf ettiler zaten. Shimano D-A gibi neredeyse yağlamayı bile unutturan bir setten sonra gürültüyle geçen vitesler ve sık sık vites ayarı yapmak zorunda kalmak (ki vites ayarı yapmayı hala tam öğrenememiş bir moronum) tadımı kaçırmıştı.

“m=n+1” gereği bu 7 yılda iki bisikletim daha oldu. Biri hep beğendiğim, Cippolini dönemi kadrosu Cannondale CAAD4 (2004 model olmalı), diğeri de Veloturk sponsoru Salcano’dan aldığımız takım bisikletimiz XRS001. 2014’de Salcano gelene kadar her yokuşa ve uzun yola Roubaix’yle çıktım (çünkü Coppi-39-53, CAAD4 46-52) fakat takım binişlerinde ve yarışlarda sponsorun bisikletini kullanmak gerektiğinden Roubaix’yi zaman içinde kızağa çektim, evde en arkada durur oldu. 


CAAD4 de az karizma değildir hani!
Geçen sene başında Veloturk olarak crossfit hocamız Umut’a da bisiklet virüsünü bulaştırdık, kendine bisiklet bakmaya başladı. Ona, isterse, geçici olarak Roubaix’yi alıp kullanabileceğini söyledim ve bisikleti Umut’a verdim. Ama verirken de, Roubaix’nin benim için değerini, ilk göz ağrım olduğunu, bisikletten bıkar veya başka bir alet alırsa da geri istediğimi söyledim. Umut bisikletten bıkmadığı gibi bizimle hem Ronde’ye hem de LeMans 24 saat yarışlarına katıldı. Özellikle, daha 300km bisiklet binmişken katıldığı ilk yarışı Ronde’de, zaten o tip parkurlar için üretilmiş Roubaix'ciğim Umut’u finişe çamur içinde getirmeyi başardı. Aslan kızım görevini yaptı. Geçen hafta Umut Hoca kendine bisiklet aldı. Kırmızı-siyah bir “Venge”. Hayırlı olsun, güle güle, kazasız belasız kullansın. Ben ondan daha çok sevinmiş olabilirim bu duruma çünkü Roubaix bir senelik ayrılıktan sonra eve dönüyor (yani… sanırım… Umut??). 


Umut Duygu ve Roubaix. 24hVelo - LeMans, Fransa (2015)
Kızımla ilgili planlarım var. Önce sıkı bir bakımdan geçecek, pırıl pırıl olacak. Sonra, 40 cm’lik yeni gidonu ve Easton’un çok seksi gidon boğazı takılacak. İkisi de hazır, evde bekliyorlar. Ve kusura bakmasın ama Red’e veda zamanı da geldi. Fakat toptan değil. Teknik bir sıkıntı çıkmazsa frenleri tutmak istiyorum çünkü çok güven verdi kullandığım yıllar boyunca. Alt tarafta ise Dura Ace’e geçiyorum. Aynakol 34-50, arkası mümkünse 12-32 olacak. Aydın “illa değiştirmen gerekmez” diyor ama arka attırıcı uzun bacak olacak gibi, sorup soruşturacağım. Tabii bir de ön attırıcı ve yeni vites kabloları gerekecek. Belki bir sele de alabilirim fakat sele seçimi kadar zor iş de yok bu bisiklet mevzuunda. Bakalım. Sonra Çağrı’ya gidecek (ki Rubiş dünyaya gelirken Çağrı da bizimle beraber Kaçkar’daydı), bikefit yapılacak ve yaşlanan dizlerimin yokuşlardaki dostu olacak.

Kızım eve dönüyor ve babası çok mutlu…