19 Ekim 2011 Çarşamba

Fransa Turu 2012 - Parkur ve Spekülasyon




Fransa Turu da 2012 parkurunu açıkladı. Dün Paris'te yapılan tanıtım sonrası yorumlar, A.S.O.'nun TdF 2011 ve Giro 2011'in ortaya çıkardıklarını iyi yorumladığı yönünde. Yeni parkur sayesine Büyük Tur yokuş finişlerini oldukça azaltmış, saate karşı mesafelerini uzatmış ve sprinterlere çok daha fırsat sağlayan bir yarışa dönüşmüş. Diğer yandan Jura ve Vosges bölgelerine oldukça hareketli etaplar koyarak alıştığımız Alp-Pireneler ikilisinin etkisini biraz geriye çekerek yemeğe farklı tatlar eklemiş gibi gözüküyor.



Geçen seneki Tour'un, yokuş etabı olmamasına karşın ilk haftada yarattığı heyecan ve yarış kalitesini gayet iyi gözlemleyen Prudhomme ve ekibi, 2012'ye de aynı şekilde başlayacak gibi. Liege'deki prologdan sonra, yarış daha ilk etapta hareketlenecek. Philippe Gilbert şimdiden bu etabı gözüne kestirdiğini açıkladı bile. Ardından bir sprint etabı koşulduktan sonra geçen seneki Mur de Bretagne etabına benzer, sprinterlerden çok puncheur ve baroudeurler'e göz kırpan Boulogne-Sur-Mer etabı gelecek.

Abbeville-Rouen etabı uzun süre okyanus kıyısında geçecek güzergahıyla rüzgarlara açık olacak. Çapraz rüzgar pelotonu en strese sokan şeylerden biri. Kopar mı kopmaz mı göreceğiz.

Saint-Quentin'deki 5. Etap ve ertesi gün meşhur şampanyaların üretildiği Champagne bölgesinden geçerek Metz'de bitecek 6. Etap'ta büyük olasılıkla sprinterlerin savaşını izleyeceğiz.

7. Etap, Fransa Turu'nun ilk yokuş finişine sahne olacak. Vosges Bölgesi çok yüksek dağlarla çevrili olmasa da La Planche des Belles Filles (Güzel Kızlar Düzlüğü)'e çıkan yokuş 6 km ve ortalama %8.5 eğime sahip. Yokuşta "güzel kızlar"dan çok uflaya puflaya tırmanan kavruk adamlar göreceğiz.



Bir sonraki etap, yarısından itibaren İsviçre topraklarında koşulacak. Caner Bey'in deyimiyle testere profilli bir parkur. Uçları biraz körelmiş de olsa 5 kategorize tırmanış Jura dağlarını takdir etmemizi sağlayacak.




9 Temmuz Pazartesi günü 38 km'lik ilk ITT var. Tour organizasyonu bu yılın (2011) aksine toplam saate karşı mesafeyi 96.1 km'ye çıkarmış. Prudhomme'un Grenoble'da J-F Pescheux'ye dönüp "Ya Janfransuva, bu Şirekler'den birşey olacağı yok, seneye basalım kontr-la-montru da bari Kadel'le Alberto tam kapışsın" dediğini duyar gibiyim. Şaka bir yana, 100 km'ye yakın bir ITT, bu disiplinde başarılı Tony Martin, Bradley Wiggins, Cancellara, Evans ve elbette Contador'u ön plana çıkaracak. Andy Schleck ya müthiş yokuş çıkma becerisinden biraz fedakarlık edecek yada Bruyneel'le beraber öngöremediğim müthiş bir strateji üretecek. Yoksa bu defa ikinci bile olamayabilir.

10. Etap bize Fransa Turu'nda ilk defa kullanılacak yeni bir yokuş sunacak. Etabın sonuna konmamış da olsa, Le Grand Colombier 18.5 km ve %6.6 eğimle gerçek bir HC yokuş olacak. Zirveden finişe kadar daha 42 km var ama arada bir yokuş daha çıkılacak. Yokuşçuların genel klasmanı sallaması için ideal bir yer.


11. Etap sadece 140 km ama 4 kategorize tırmanış var. Madeleine, Croix-de-Fer, Mollard ve La Toussuire. Angelo Zomegnan'ın 2009 Giro'da koyduğu 83 km'lik Blockhaus etabıyla başlattığı "kısa-ama-sert-yokuş-etabı" kavramına uygun bir örnek. Çok sert geçeceği ve genel klasmanın silkeleneceği kesin.



Sonraki 4 etabın hem kaçış gruplarına hem de sprinterlere hitap eden yönleri var. Ve Cap d'Agde etabında Prudhomme mistral rüzgarlarının olası etkisine dikakt çekiyor. 15. Etap Pau'da sprintle bitecek ve biz de Pireneler'e tekrar gelmiş olacağız.

Organizasyonun sahibi ASO 15. Etap'tan sonrakilerin profillerini bu yazı yazılırken daha yayınlamamıştı. O nedenle biraz irticalen gideceğiz. 197 km'lik Pau-Bagneres de Luchon parkurunda Tourmalet, Aubisque, Aspin ve Peyresourde var. Bu noktada şunu hatırlatayım: 2013'de Fransa Turu 100. defa koşulacak. Bu nedenle 2012 versiyonunda ASO Pireneler ve Alpler'i çok da vurgulamıyor. Sanırım 2013'de ne kadar tarihi eser varsa (L'Alpe d'Huez, Galibier, Ventoux, Tourmalet) hepsini bir arada sunacaklar.

Bir sonraki 17. Etap'ta Col de Menté ve Col des Ares var ama oranın yıldızı Port de Bales olacak. Hani 2010'da Andy Schleck'in zincirinin attığı, Contador'un onu beklemediği ve meşhur 39 saniyelik finişe neden olan Port des Bales.

Blagnac-Brive - La Gaillarde yarışınb en uzun ikinci etabı. Profili bilmiyoruz ama Prudhomme kardeş sprint olacak diyor. Yarışın bu 18. Etabı hala devam ediyorsa Yeşil Mayo ve sprint savaşlarına sahne olacak. Cavendish'in yeni takımı SKY Team',n hem genel klasman hem de sprint zaferlerini kovalayacak güce sahip olup olmadığı artık ortaya çıkmış olacak.

Bu da bizi Paris'ten önceki son kritik ITT'ye getiriyor. Fransa'nın en meşhur hac kentlerinden Chartres'a kadar 52 km'lik bir dev. Parkurun oldukça düz olacağı tahmin ediliyor. 2012 Fransa Turu, zamana karşı disiplininde uzman olanların Sarı Mayo'yu kazanacakları en uygun parkur olarak gösteriliyor. Belki Tony Martin daha genç ama Cancellara için bu parkur son şans olabilir. Frankie ve Andy'nin TT performanslarını iyileştirmediklerini varsayarsak Bruyneel bu kış Fabian'a kilo vermesi için baskı yapıabilir. Ama elbette Leipheimer (Quick Step), Cadel Evans, Contador gibi Fabian'dan çok daha iyi yokuş çıkanlar var. Ama Bruyneel Armstrong'un yanında yetişti, Schleckler'in kazanamayacaklarına inanırsa Fabian'a yüklenebilir.... Spekülasyon yapmayı nasıl da severim!!

Evet parkur böyle... Daha önümüzde 8 koca ay var ama Fransa Turu humması daha şimdiden bünyeye girdi bile...

18 Ekim 2011 Salı

Giro d'Italia 2012 - Parkur hakkında

İtalya Bisiklet Turu 2012 parkuru geçen hafta sonu Milano'da açıklandı. 5 Mayıs'ta Danimarka'da başlayacak olan yarış 27 Mayıs'ta Milano'da yapılacak ITT ile son bulacak. Son yıllarda gittikçe artan zorluk düzeyi nedeniyle, sporcuların hoşnutsuzluğunu dikkate alan RCS, bu sene Giro için daha "medeni" bir parkur belirledi. İlk 2 gün Bjaerne Riis'in şehri Herning çevresinde yarışacak sporcular, Wouter Weylandt anısına koşulacak 3. Etap'tan sonra Danimarka'dan Verona'ya geçecekler. İlk 5 gün sivilce boyutunda üç yokuş dışında tırmanış yok, yani Mark Cavendish, Romeo ve Jülyet'in kentine iki zafer kazanmış bir Danimarka Prensi gibi gelebilir (sabah sabah Şekspir'i de kondurduk yazıya).


Angelo Zomegnan'dan sonra iş başına gelen Michele Acaquarone daha ilk günden sporcuların ve seyircilerin isteklerine daha uygun bir yarış düzenleyeceklerini söylemekteydi. Nitekim, etap sonlarındaki transferlerin kısaldığı bir yarış güzergahı belirlendi. Diğer yandan, sayısı artırılan düz etaplar da bu sene sprinterlerin yüzünü güldürecek. Ayrıca internette yapılan oylamada tifosilerin seçtiği iki mitik yokuş 20. Etap'a konularak seyirci isteklerinin de dikkate alındığı mesajı verildi (oylamaya gerek yok aslında, İtalyanlar Mortirolo ve Stelvio'yu deli gibi severler).

Herning'deki prolog (8.7km) dışında Giro 2012'de iki zamana karşı etap daha var. İlki, Verona'daki takım saate karşı (32.2km), diğeri de son gün Milano'da koşulacak olan ITT (31.5km). 6., 7. ve 8. Etaplar kaçış gruplarına şans veren profiller sunuyor. Yarışın ilk zirve finişi 7. Etap'taki Rocca di Cambio'da ama irtifa çok abartmıyor. 9. Etap'la beraber Güney İtalya'yı bitirip kuzeye çıkmaya başlayacağız. Buradaki iki etap genel klasmanı çok etkilemeyecek kaçışların olacağı ama sprintle de bitebilecek parkurlardan oluşuyor. Montecatini kaplıcalarında bitecek 11. Etap yine sprinterlere göz kırparken bir sonraki gün dört kategorize tırmanışlı ama irtifanın sporcuları çok zorlamayacağı Seravezza - Sestri Levante etabı koşulacak. Artık Cenova'dan kuzeye Alpler'e doğru yol alıyoruz.

14. Etap bize ilk sıkı yokuşu gösterecek. İsviçre sınırındaki Cervinia'da bitecek 205 km'lik etap önce 22 km'lik Col de Joux, hemen ardından da 28 km'lik Cervinia tırmanışını vercek. Genel klasmanda ilk ciddi silkelenme sırtını Matterhorn'a dayamış bu kayak merkezinde olacak. Ertesi günkü etap da oldukça yokuşlu ve geçen cumartesi koşulan Il Lombardia'nın bittiği Lecco'da son buluyor.





Lecco'da bir gün dinlenecek kafile Giro 2012'nin en kritik bölümü olan son haftaya çok da zorlamayacak bir etapla başlayacak. Ancak 23 Mayıs'ta koşulacak 17. Etap, biz sadistlere en zevkli yarışlardan birini sunacak. Daha çok Alp kayağında ismini duyduğumuz Cortina d'Ampezzo etabında birbirinde zorlu 4 kategorize yokuş bulunuyor. Bulardan en zoru Passa Giau'nun ardından da 18 km'lik bir iniş var. İnişin ortalama eğimi %5.6 (insanın "Nibaliiii!!!" diye bağırası geliyor).





Cortina'dan sonra sprinterlere son bir şans daha verecek olan Giro, 19. ve 20. etaplarla yokuş meraklılarını doyuracak. 187 km'lik Treviso-Alpe di Pampeago 5 kategorize tırmanış içeriyor ve yokuş finişine sahip. 20. Etap Val di Sole- Passo del Stelvio 218 km. ama asıl önemlisi bir tarih yatıyor. Tarih dersinde hoca "Oğlum İtalya'nın en meşhur yokuşlarını say bakiim!" dese gözü kapalı say, sınıfı geçersin: Tonale-Aprica-Mortirolo-Stelvio... Mortirolo'ya yeni bir yoldan çıkılacak. Stelvio'nun zorluğu ise çok uzun ve çok yüksek olması. Finiş irtifası 2,757 mt'de.

Stelvio'da 2012 Pembe Mayo'nun sahibi hala belli olmamış olabilir. Yarış, son 4-5 gün hariç, çok kırıcı olmayan bir profile sahi. Bu nedenle 20. Etap sonunda, genel klasmandaki ilk 10 sporcuyu üç dakikanın içine sıkışmış görebiliriz. Bu da Milano'daki son etabın nefes kesen bir yarışa dönüşmesini sağlar.



Bisiklet, herkesin yapabileceği ama sadece seçkin bir grubun yarışabileceği bir spor. Giro gibi yarışlar ise daha da elit sporcuların kapışma yeri. Alberto Contador 2012 Giro parkurunu "daha insani" bulmuş. Üç haftada 3,476 km. koşulacak bir yarışın "insani" olmakla alakası elbette tartışılır. Benim için insani olan TV karşısına kurulmuş Giro'yu seyrederken, rüyamda bile olanaksız şeyler başaran insanlara ahkam kesmek: "Ülen Alberto!! Adam olsan yarışırdın leyn!!"

14 Ekim 2011 Cuma

Ayıların Yakın Geleceği Endişeli

Geçen yazımızda tanıttığımız Detroit Lions geçen hafta MNF (Monday Night Football)'da Bears'ı 21-13 yendi ve 1956'dan beri ilk defa sezona 5-0 ile başladı. Green Bay Packers da Atlanta Falcons'u 25-14 yenerek 5-0 çıkınca NFC North'da iki takım tepede 5-0 ile yalnız kaldı. Playoff açısından baktığımızda Chicago Bears'a çok büyük ihtimalle grubundan ekmek çıkmayacak. Kalan tek ihtimal 2 wild card'dan ikincisi (ilkinin Packers veya Lions'a gideceğini varsayıyorum).

C Roberto Garza ve WR Devin Hester maç sonrası soyunma odasına dönerken

Maçın ilk yarısı 10-7 Bears'ın üstünlüğü ile geçildi, ama Lions daha önceki iki maçta yaptığı gibi ikinci yarıda şahlandı ve maçı aldı. Bunun sebebi gençlik olabilir mi diye baktım. Evet olabilir. NFL takımlarında çok adam olduğu için ortalama yaş hesaplaması yanıltıcı olduğundan tek tek kilit adamların kafa kağıtlarını inceledim. Detroit Lions QB'si Stafford 23, RB'ler Best 22, Williams ise 25 yaşında. WR'ler Johnson ile Pettigrew 26, Young ise soyadı gibi genç, 22 yaşında. Hücum hattında maçta oynayanları belirlemek zor ama nisbeten yaşlı olduğunu söyleyebiliriz. Defansta ise DE'ler Jackson ile Young (yine bir genç!) 26 Avril 25, DT Suh 24, LB'ler Tulloch 26 Levy 24, S Delmas 24, CB'ler Houston 26 ve Berry 23. Oyuncuları seçerken box score'da katkısı olanlara baktık (biz kim peki??! [Bu da sıfırcı editör Sarper Günsal'a yakalandığımızın ifadesidir] ).

DT Nadmukong Suh bu pazu gösterme hareketini maç boyunca gıcık gıcık yaptı durdu

Karşılaştırmak için Bears'ı aldığımızda ise QB Cutler 28, RB'ler Forte 25 Bell 24 (yüzakımız RB'ler), WR Hester 28, Sanzenbacher 22, TE Davis 26 yaşındalar. Hücum çok yaşlı sayılmaz. Hücum hattında C Roberto Garza 32 yaşında ama diğerleri genç; ama gençlik neye yarıyor ki burada?

Bears'ın defansına bakarsak, C ve CB'ler genelde genç. Ancak ön tarafa baktığımızda DE Idonje 30, Peppers 31, DT Adams 31, LB'ler Briggs 30 Urlacher 33. Yani oldukça yaşlı bir ön taraf var.

Yani, denebilir ki, Detroit Lions genç olduğu için ikinci yarılarda takati kalmayan rakiplerini devirebiliyor. Tabii Chicago Bears karşısında seyircilerinin de "bizim futbol" seyircisini aratmayan desteğini de arkalarına aldılar. Mücadele de çok yoğundu, Bears 14, Lions da 12 penaltı yaptı. Lions'ın penaltılarından çoğu ilk periyotta geldi; Bears resmen bir ara sarı mendillerle ilerledi. Bears'ın penaltılarının çoğu hücumdaydı ve muhtemelen seyirci sesinden dolayı oyuncuların uyarılarının duyulamamasındandı.

Maçta defansın ön tarafı maalesef QB Stafford'a hiç baskı yapamadı. Ama yine de bu maçın suçunu defansa yükleyemeyiz. Detroit Lions patlayıcı bir takım. İki touchdown'dan birini süper WR Calvin Johnson'a atılan 76 yardalık pastan, diğeri de RB Best'in 88 yardalık koşusundan yedik. Bence her takım Lions'dan 21 sayı yiyebilir, Chicagomuz'un asıl aksayan tarafı hücum.

Lance Briggs 30, Brian Urlacher 33 yaşında

Hücum denince akla QB gelir, ama Jay Cutler Bears'ın en iyi oyuncusuydu. Nisbeten düşük sack sayısı sizi şaşırtmasın (Detroit ilk sack'i 4. periyotta yapabildi), her hücumda Cutler Aslanlar defansının nefesini ensesinde hissetti. Buna karşılık çok hareketli ve çok cesaretliydi. Çoğu zaman ya çok hızlı, spontane, güzel paslar attı (resmen sol eliyle attığı birkaç pas var), ya da rakip defans onu biçmeye gelirken oldukça cesaretli ve soğukkanlı şekilde paketin dışına çıkıp uzun paslar attı. Cutler maçı da 28/38 249 yarda pas, O INT ve 99.6 QB reyting ile tamamladı. Daha iyisini yapmasına ise elbette devamlı baskı altında olması engel oldu.

RB Matt Forte 22 denemede 116 yarda ile yine iyi bir performans sergiledi. Bears'ın çok güvendiği dönüşlerde (kick/punt return) ise ligin en iyisi Devin Hester hemen hemen hiç başarılı olamadı.

RB Matt Forte

İlk paragrafta playoff hesaplarına daldık, ama Bears'ın aslında büyük sorunları var. Daha önceki maçlar ya çok paslı ya çok koşulu olmuştu; bu maç ilk defa ciddi bir grup rakibine karşı oldu ve pas/koşu dengeliydi. Yani Forte de, Cutler da yeterince şans buldular. O yüzden bu maç sonrası (e bir de 5 maç oldu sezon başlayalı) daha iyi bir analiz yapılabilir. Ayrıca maçı sabaha karşı 3:30'da kalkıp izleyebilmek de iyi oldu.

Chicago hücum hattı çok kötü, tamam birkaç sakat var, ama onların dönmesi alışması vs. derken hemen her maç QB Cutler'a yazık olacak. Hücum koordinatörü Mike Martz her oyunu ince ince planlayan birisi, ama rakip defans QB'nin tepesinde bitiverince ve "plan yapmayın plan" deyince nasıl oyun olacak? Her maç Cutler'ın doğaçlamalarına güvenilmez ki? Veyahut güvenilecekse Martz'ın işi ne bu takımda? WR'lerin çok süper olmadığı meydanda; veya belki bunun için de güzel bir hücum hattında görülmeleri lazım.

RB Matt Forte ise değerini, Martz'ın izin verdiği her gün gösteriyor. Ancak kendisi hala çaylak kontratında ve yıllık 750 bin dolar gibi kalitesine göre komik sayılabilecek bir rakamla oynuyor. Sözleşme yenileme çalışmaları şu ana kadar başarısız, eğer yenilenemezse sene sonunda uçar gider. Bears'ın tek kozu kendisine "franchise tag" vermek olabilir. Nasıl olacağını göreceğiz.


QB Cutler yine baskıdan kaçarken

Diğer yandan defans yaşlı, defansın yenilenmesi gerekiyor. En azından ön hattın. Arka tarafta ise adam paylaşımı kötü gibi gözükse de, burada Lions'ın QB-WR ikililerinin iyi olması ve sadece 21 sayı yediğimizi hatırlayarak çok üstlerine gitmeme hakkımı kullanıyorum.

Paket çözüm olarak şunu önerebilirim (çok dinlerler ya): Martz'ın koşu yerine pası öne geçiren ve detaylı oyun planlı sistemi hem QB Cutler'a hem de Bears'ın çok uzun yıllara dayanan ve koşuyu öne çıkaran oyun felsefesine uygun değil. Martz kovulsun. Zaten yapılması elzem olan hücum ve defans hattı da yapılınca QB Cutler'ın liderliğinde (ki bence kendisi bunu yapabileceğini ispatlamıştır) takım iyi bir yere gelir. Budur!!

7 Ekim 2011 Cuma

La Vuelta - 3. ve Son Bölüm....

Bisikletle yokuş çıkmaktan nefret ederim… Kalbimin her an duracağından tedirgin, daha sık ve derin nefes alamadığım için çaresiz, bacaklarımdaki laktik asidin acısıyla ızdırap dolu... Pedalları mümkün olan en ekonomik şekilde çevirmeye çalışırken, nabzım 190’ı geçmesin diye içimdeki makineye ve topografyaya sürekli yalvarırım. Harcadığım çabayla gidonun etrafında kasılan parmaklarımı gevşetmek için yolladığım bilinçli mesajlar nefes alma ritmimi bozar. Nefesime yeniden yoğunlaşırsam parmaklarım panik moduna geri döner. Akut pişmanlık hissi ve doğuştan sporcu olmayışın öfkesiyle içim acır. Boğazımda bir metalik tat, karnımda baskı, her pişmanlığıma eşlik eden “acil mucize ihtiyacı” çarpa çarpa dolaşırlar içimde.

Önce bu lanet yokuşa saptığım için pişman olurum. Sonra, yokuşu 160 nabızla çıkmamı engelleyen Akdeniz anemisi için genlerimden, 30 yıllık sigara tiryakiliğimden, daha sık antrenman yapmamış olmaktan. Ardından öfke gelir. Ana babama (anemi), yatılı okula (sigara), aile müessesesine (az antrenman), iş hayatına (içki ve sigara), iradesizliğime... Yokuşun sonu görünüyorsa umudu (oh bitecek!) ve umutsuzluğu (dayanmam mümkün değil!) bir arada duyumsamanın tuhaf ikiliği, paniği… Zırt pırt ortaya çıkan gururumun “Sakın durup da beni rezil etme!!!” ikazına bir boyun eğip, bir aldırmamak… Ama durmamak, gerçekten ölmek üzere olduğuma ikna olup korkmadan durmamak. Gurur, ölüm ihtimali belirene kadar sürdürür hükmünü, sonra geri çekilir. İniş başlayana kadar…


Gerçek bisikletçiler yokuşta


Ben “bisikletçi” değilim. Bir bisikletli sayılabilirim belki. Birkaç tane bisikletim var ve arada sırada onlara biniyorum. Mümkün olduğunca yokuşsuz parkurları seçiyorum. Tutkum bisiklet yarışları… Ama yaşamımda çıplak gözle seyrettiğim yarış sayısı daha iki elin parmaklarını geçmedi. TdF2007, De Ronde2008, ToT2008-9-11, Milano-Sanremo2011, Amstel Gold2011 ve Vuelta 2011.


De Ronde’de Kapelmuur, Amstel Gold’da da Cauberg’de yarış seyrettim. Bunlar meşhur yokuşlar. Ama tek günlük yarış kavramı içindeki 1-1.5 km’lik kısa çıkışlar. Uzun, baba bir yokuşu bugün ilk kez göreceğim. Elbette Urkiola bir L’Alpe d’Huez, bir El Angliru değil ama ağır ağır çıkacağız bu merdivenlerden. Bugün Urkiola, yarın Galibier inşallah.


Arabadaki navigatöre Urkiola’ya en yakın yerleşim yeri Manaria’yı girip yola çıkıyoruz. Bilbao-San Sebastian otoyolunda biraz gidip çıkışı alıyoruz, o andan sonra navigatöre de gerek kalmıyor. Bisikletlileri izlemek yeterli. Her yaş, cins ve kiloda Basklı aynı yöne doğru pedal çeviriyorlar. Arabaların iki şeritli, çift yönlü yolda bisikletlileri sollarken gösterdikleri dikkat ve özen ülkedeki bisiklet kültürünün bir göstergesi. Bir süre devam ettikten sonra solda “Urkiola” sapağıyla beraber yokuş başlıyor. Saat daha erken ama arabalar, motorlar ve bisikletliler hep aynı yere sapıyoruz. Döne döne tırmanıyoruz. Asfaltın yeni döküldüğü belli, simsiyah ve pürüzsüz. Deniz her uygun yerde “Yukarıda ya yer bulamazsak?!” diye endişelenip park etmemizi istiyor ama 6 km’lik yokuşu yürüyerek tırmanmaya hiç niyetim yok. Ama sonunda ben de pes ediyorum ve uygun olduğunu düşündüğümüz bir yere, arabanın burnu yokuş aşağı gelecek şekilde park ediyoruz. Hesapta peloton önümüzden geçer geçmez Vitoria’ya gazlayıp finişi seyredeceğiz.

Klasik fotoğraf ritüelinden sonra (2 paragraf aşağıya bakınız), bulunduğumuz yerin pek de cazip bir nokta olmadığına karar verip yokuş yukarı yürümeye başlıyoruz. Aslında istediğimiz yokuşun hepsini görmek. Yukarıdaki insanları merak ediyoruz. Bu yürüyüş zirveye kadar sürüyor. Her 10 saniyede bir, tekli ya da grup halinde bisikletliler Urkiola’yı fethetmenin hesabıyla yanımızdan geçiyor. Bazısı çok acı çekiyor, arada durup dinleniyor. Yol ve dağ bisikletleri bir arada ama herkes bisiklet mayolu ve pedli şort giymiş. Kimse kilosundan dolayı kompleksli değil. Yaklaşık 110 kg’lık bir genç, arkadaşlarının yanında oflaya puflaya tırmanıyor. Onu da görünce ilk defa bir yokuşta “Ulan ben de çıkardım” duygusu geliyor içime. Dura dura çıkmak kesin mümkün gözüküyor ama emin değilim. Yaklaşık 30 dakika o eforu gösterebilir miyim acaba?



Yukarı doğru yürürken, rublesi küçücük (muhtemelen 11-23) bir adamla aynı tempoda çıkıyoruz. O ileride durup dinleniyor, biz ona yetişip yolumuza devam ettikten bir süre sonra yine yavaş yavaş gelip yakalıyor. Ama zirveye ondan önce varıyoruz. Sonunda empatim galip geliyor, adama “Hocam kaset küçük, zorlanman normaldir” gibilerden bir laf ediyorum, sevinçle onaylıyor beni… Kimi bisikletli ise formda olduğunu gözümüze soka soka rahatça tırmanıyor yokuşu. Rahat çıkanlar incecik. Kilolu olup da kolay tırmanabilen elbette yok. Yerçekimi mucizeye izin vermez. Babasının bisikletine halatla bağlı olarak yokuşa sardırmış 8-9 yaşında bir çocuğa Deniz “Bravo!” diye bağırıyor. Babanın cevabı galiba Baskça ama ne dediğini hemen anlıyoruz: “Ona değil bana “Bravo!” diyeceksin hanım! Çocuğu çeken benim!!”


Zirveye ulaşana kadar kısa bir su molası ve mutat fotoğraf çekimleri hariç durmuyoruz. Yabancı birine resim çekmesini rica etmekten hiç hoşlanmam. Deniz bu konuda çok rahattır fakat benim sevmediğimi ve sıkça arıza çıkardığımı bildiğinden zaman içinde bir taktik geliştirdi: Beni uygun bulduğu bir yere dikiyor, kadraj ayarı bahanesiyle bekleyip sağdan soldan geçen “uygun” birini gözüne kestiriyor. Adam yaklaşırken şipşak bir pozumu çekip, itirazıma fırsat vermeden adamdan ricacı oluyor (bir kişi de terslesin şu kadını be!!). Pozu tarif edip yanıma koşturuyor ve beraber resmimiz oluyor. Elbette numarasını yemiyorum fakat bir kadının iradesi karşısında kim durabilir ki? Her ortak resmimiz öncesinde aynı yerde bir single resmim var. Asıl rezalet ise resmi çeken adamın bir iyilik meleğine dönüşerek “Gel bak olmuş mu yenge? Olmamışsa bir daha çekeyim” moduna girişi olur. Karım gider, pozu kontrol eder ve beğenmezse resmen bir daha çektirir. Bir keresinde kadrajı tutturamayan bir beceriksize üç kere poz vermiştik, sonunda sayın eşim bile dayanamayıp adamı kovalamıştı.







<= Kurban yerini alır ve hedefe ulaşılır=>









Zirveye yaklaştıkça insanlar yolu neredeyse kaplamışlar. Polis sayesinde bir şerit açık duruyor. Hafif çakır keyif de olduklarını tahmin ettiğim gençler hala gelen bisikletlilere tezahürat yapıyorlar. İnsanların ellerinde Bask bayrakları ve posterler var. Yerlere “Burası İspanya değil” yazıları her dilden boyanmış. Gerçekten de Bask bölgesinde geçirdiğimiz bir hafta boyunca İspanya bayrağını hiç görmedik. Her yerde sadece Ikurrina ve turuncu renk vardı. Basklı siyasal tutukluların Bask bölgesi dışındaki hapishanelerde tutulmalarını protesto eden posterler var.



Zaman yaklaştıkça polisler daha bir aksileşiyorlar yola çıkmamamız için. Deniz punduna getirip karşı tarafa, bariyerlerin arkasına geçiyor. Amacı elbette daha yakından resim çekebilmek. Ama 3 tane zıpır da onu takip ediyor. Ikurrina sallayan adamlar resimlerini bozacaklar diye neşesi kaçıyor karımın. O bayrağı yok etmek için General Franco’nun yöntemlerine tevessül etmesi işten değil. Ama o da yumuşadı artık, bu defa susuyor (Fransa Turu'nda son etabı izlerken, yerine göz diken üç küçük çocuğu direk iteklemiş birinden söz ediyoruz).



Sonra organizasyonun kırmızı arabaları, motorlar, basın fotoğrafçıları, ambülans, yine arabalar ve motosikletler derken helikopter de tepemize gelip yerleşiyor. Son bir motor da geçince bir sessizlik çöküyor etrafa. Beklentinin büyüklüğü sessizlikte somutlaşıyor… 20-30 kişilik bir kaçış grubu olduğunu biliyorum. Aralarından birisinin atak yapması kaçınılmaz. Alt virajda bekleyenlerin debelenmeleri ve bağırışlarından gelmekte olduklarını anlıyorum. Haykırışlar Meksika dalgası gibi bana doğru yaklaşırken, gölgelerin içinden bir Rabobank forması, minyon bir tip fark ediyorum. Deniz’in olduğu taraftaki bariyerlerin dibinden çıkıyor… Sabah o kadar bisikletçiyi tanıyamamış olmamın utancını azaltmıyor belki ama bunu hemen tanıyorum… Carlos Barrrrrrredoooo!!!


Carlos Barredo

Barredo’nun biraz arkasından kaçış grubunun arta kalanları geliyorlar. Ana grubun geçmesine daha var. Her seyrettiğim yarıştaki “Bu muydu yani?” duygusu gelip çörekleniyor yine. Geçeceğini biliyorum ama boş bir iş yapmakta olduğumu kemiklerime kadar hissediyorum. TV başında keyifle yarış seyretmek yerine, dağ başında, sıcaktan terlemiş, aç ve susuz üç saat Vuelta’yı neden beklediğime bir cevap bulamıyorum. En sevdiğim bisikletçilerden Carlos Barredo’yu görmek güzeldi ama.... sonra?

2-3 dakika sonra aşağıdan ana grup gözükür gözükmez metamorfoza uğruyorum. 50’den fazla bisikletçinin yola yayılmış halde gelmeleri tüylerimi diken diken ediyor, çok duygulanıyorum. Bas bas bağırmaya başlıyorum, tanıdığım, tanımadığım, yakınımdan geçen her sporcuyu motive etmek için yırtınıyorum. Onlar muhtemelen 6 km’dir herkes onlara bağırdığından bayılmışlardır ama haliyle bunu akıl edemeyecek kadar heyecanlıyım.


Gruptan sonra geride kalanlar teker teker geliyorlar. Bask seyirciler hemen onları iterek 10-15 mt de olsa rahatlatıyorlar. Yarışçıların hiçbiri itiraz etmiyor, hatta belki seviniyorlar bile ama yardım elini farkettiklerine dair en ufak işaret vermiyorlar.




Biraz sonra her şey bitiyor, yarışın son aracı “camion-balai” de geçiyor. Birkaç dakika sonra aşağı, arabaya doğru yürümeye başlıyoruz ama bu işlerdeki acemiliğimiz tekrar ortaya çıkıyor. Seyircilerin çoğu, arabalarına atlayıp yarış kafilesinin arkasına takılıyorlar. Böylece Vitoria’daki finişe zamanında gidebilecekler. Bizim arabamızsa 4 km aşağıda. Yorgunluktan bitmiş halde arabaya varmamız 1 saat sürüyor. Vitoria’ya gidiyoruz ama yarış çoktan bitmiş. Finişe geldiğimzde bariyerler toplanıyordu. Mia dükkanı kapatmış Madrid’e yola çıkmaya hazırlanırken günün son satışını bana yapıyor: Philippe Gilbert’in Belçika şampiyonu mayosu...

Yol bisikleti yarışı seyretmek, bu uğurda saatler harcamak, yorulmak, terlemek doğrusu meşakkatli bir iş. Evimin önünden geçen ToT da bile 2 saat ayakta durunca yorulmuştum. Bizim memleketin “sporu ve sporcuyu sevdirmemek” üstüne kurulu eğitim, sosyal ve medya düzeni, ne kadar spor manyağı da olsam içime işlemiş. Ta ayağımın dibine kadar gelen Dünya Basketbol Şampiyonası, Şampiyonlar Ligi finali, Formula 1 ve Moto GP yarışlarına hemen hiç ilgi göstermedim. Hadi itiraf edeyim, 4 ToT’un ikisinde kıçımı kıpırdatıp Sultanahmet’e dahi gitmedim. Halbuki sporu ve sporcuyu takdir ettiğini göstermenin en anlamlı yolu gidip onları seyretmek olmalı. Olağanüstü işler yapan adamları televizyon camı yerine kanlı canlı görmenin etkisi çok başka. Urkiola yokuşunu oflaya puflaya yürürken, 3.500 km’dir yarışan insanların burayı 20 km/h hızla çıkacaklarına aymak bir başka oluyor.

Elbette bisikletçilere saygılarımı sunmaya gitmedim Bask Ülkesi’ne. İlk bisiklet yarışını 4 yıl önce seyretmiştim. Her anı aklımda. O gün hissettiklerim hala içimde yankılanıyor, Rue Rivoli dendiğinde yüzüme gülümseme yayılıyor. Karımla turizm, ayyaşlık ve yarışı bir araya getiren gezilerimize bayılıyorum, mutad seyahat kavgalarımız bile canımı sıkmıyor fazla. Sevgili arkadaşım Pier’le seyrettiğimiz Milano-Sanremo’da 2 gün sadece yarış, taktik ve bisiklet (ve futbol ve karılarımız ve diğerleri) konuşmanın ruhumu nasıl dinlendirdiğini unutmuyorum.

Vuelta’nın pazarlama minibüsünden aldığım ıvır zıvırın içinde 4 tane Livestrong özentisi bileklik var. Genelde kırmızıyı takıyorum. “Anılar konacak dal arar” demiş şair. Vuelta hep bileğimde...

4 Ekim 2011 Salı

Pazartesi Gecesi Futbolu: Ayılar Aslanlara Karşı

10 Ekim'i 11 Ekim'e, yani pazartesiyi salıya bağlayan gece, Türkiye saati ile 2:30-5:30 arası (amma zor oldu tarif etmek) Chicago Bears ile Detroit Lions takımları karşılaşacak. Bu yazımızda rakibimiz Aslanlar'ı tanıtacağız.

Ayı mı daha güçlü, yoksa Aslan mı? Doğada kesin galip yok...

Detroit Lions takımı 1929'da Portsmouth Spartans adıyla Portsmouth'da kuruldu. Elde ettiği başarılardan sonra NFL tarafından 1930'da lige davet edildi. 1932'de Green Bay karşısında sadece 11 kişiyle, evet hücumda ve savunmada toplam 11 kişiyle oynadığı maçı 19-0 kazandı (bugün aynı şeyin olabilirliğini düşünün). O sene, lig sonunda, Chicago Bears ile aynı galibiyet- mağlubiyet sayısı ile ligi bitirdiği için, Bears ile lig tarihinin ilk playoff maçını oynadılar ve 9-0 kaybederek şampiyonluğu kaçırdılar.

Bu playoff maçının getirdiği popülarite 1933'de ligin Batı ve Doğu konferansları diye ikiye ayrılmasına ve iki konferansın şampiyonlarının finalde karşılaşması gibi bir formata dönüşmesine yol açtı. 1933'deki ilk "resmi" playoff'u New York Giants'ı yenen Chicago Bears kazandı.

Maç kötü hava koşulları yüzünden Wrigley Field yerine sadece 80 yard uzunluğundaki kapalı bir salonda oynanabildi

Portsmouth Spartans, tüm başarısına rağmen küçük bir yerde bulunmasından dolayı gişe gelirlerinin az olması ve büyük ekonomik buhranın her tarafı sarması sebebiyle zor duruma düştü. Bir grup Detroitli işadamı tarafından takım Detroit'e taşındı ve adı da kentin beyzbol takımı Detroit Tigers'a göndermeyle Detroit Lions olarak değiştirildi (Chicago Bears'ın adında da şehrin beyzbol takımı Chicago Cubs'a gönderme vardır illa ki:cub= ayı yavrusu). Lions 1935'de ilk şampiyonluğunu aldıktan sonra 1957'ye kadar 3 kere daha şampiyon oldu. Tabii bu şampiyonluklar NFL ile AFL'in birleşmesinden önce, yani diğer deyişle "SuperBowl Era" öncesiydi.

1950'lerdeki başarıda en büyük pay QB Bobby Layne'de idi. 1948'de Chicago Bears tarafından draft edilen Layne (aha, yine Chicago bağlantısı) 1958'de Lions tarafından Pittsburgh Steelers'a gönderildi. Denilen o ki, kendisi bu transfere sinirlenmiş ve "Lions 50 sene şampiyon olamaz" demiş, ki buna "Bobby Layne Laneti" deniyor.

QB Bobby Layne

Her ne kadar Bobby Layne'in öyle birşey dediği ile ilgili belge yoksa ve "lanet" genel olarak aspragas kabul edilse de, sonraki 50 sene Detroit Lions için başarısızlıklarla dolu geçti. Bunca zaman içinde NFL'deki en kötü galibiyet-mağlubiyet yüzdesine sahipler. takım sadece 1993'de NFC Central'ı birinci bitirebildi (ki topu topu 4 tane takım var grupta), en son 1993'de playoff'a kalabildi. Son yıllara baktığımızda ise 2008'de normal sezonu 0-16 ile galibiyetsiz kapatarak NFL'de bunu başaran(!) tek takım oldu (o zamanki Lions koçu Rod Marinelli şu an Bears'ın savunma koordinatörü). 2009'u da 2-14 ile bitirdi. Lions 2010'da nisbeten toparlandı, nisbeten başarılı bir sonuç ile (6-10) sezonu bitirip sonunculuğu Minnesota Vikings ile paylaştı.

Ama bu sezon farklı. Takım sezona 4-0 ile başladı. Hem de iki kere 20 sayıdan fazla farkla yenik iken geriden gelerek kazandılar. Aynı tür başarılar kazanan Portsmouth Spartans'ı durduran büyük buhran olmuştu. Bu seferki de yaşamakta olduğumuz ekonomik kriz olabilir mi? Aman tanrım, neler diyorum ben?? Neyse, spora dönelim...

Genç QB Matthew Stafford acaba laneti bitirebilecek mi?

Lanet'in bitmesi için yeterli sebepler mevcut. Bir kere 2008'de lanetin 50 senesi doldu. 2009'da Detroit Lions şu anki başarılı QB Matthew Stafford'u draft etti. O Stafford, Layne'in lisesi olan Highland Park lisesi'nden mezun ve ayrıca Layne ile aynı sokakta oturuyor. Tabii Layne 1986'da vefat etti, Stafford ise 1988'de doğdu (bu yıl da tutsaydı tam olurdu).

Sonuç olarak Bears, Detroit'le geçen senekinden çok farklı koşullarda karşılaşacak. 4-0 olmanın güveni ve seyirci üstünlüğü var. Geçen sene maç Detroit'de olmasına rağmen seyirci üstünlüğü Bears'daydı, bu sene ise biletler kısa sürede tükendiğine göre Lions seyircisi stadı dolduracak. Bence bu maç kaçmaz, ve eğer gücüm yeterse sabah erkenden TV başında olacağım.