2008 yılı Nisan ayında Cumhurbaşkanlığı Türkiye Bisiklet
Turu Yarış Direktörü’nden bir telefon aldım. Bana TUR’da sunuculuk yapmak
isteyip istemediğimi sordu. Halk önünde hiç sunuculuk yapmamıştım, nasıl
yapılır bilmiyordum. Sadece TV’de yorumculuk tecrübem vardı. Ünlü sunucu David Duffield’i davet ettiklerini, beraberce işin üstesinden rahatça geleceğimi söyledi. Duffield'i başta Fransa Turu, bisiklet yarışlarındaki harika sunumuyla tanıyordum. Onunla tanışma ve konuşma şansıni değerlendirmek mikrofonda rezil olmaktan önemliydi. Cahil cesaretim ve bisiklet sevgimle "Evet" dedim, "çok isterim”.
Yarış İstanbul’dan başlayacaktı.
Bir gün önce Gayrettepe’de bir otelde David'le buluştum. Uzun boylu, açık tenli, bir İngiliz'den beklenmeyecek ölçüde rahat ve samimiydi. Bu işi binlerce kez yapmış olmanın tecrübesi vardı üstünde. Ona sunuculuğumla ilgili endişelerimi söylemeye çalıştım ama hiç üstünde durmadı. Korkmamamı, en kötüsünden onun dediklerini Türkçe’ye
tercüme ederek işi yürütebileceğimi söyledi. Sohbet ederken bisiklet bilgimi çaktırmadan test edecek şeyler sordu ama kısa kesti. Ertesi sabah Sultanahmet’te buluşmak üzere sözleşip ayrıldık. O gece
pek iyi uyumadım.
David Duffield, 1950'lerde İngiltere’nin başarılı amatör
bisikletçilerinden biriydi. Özellikle tandem ve trisiklet bisikletlerle mukavemet dalında birçok rekor kırmıştı.
Sonradan bisiklet endüstrisinde çalıştı. Bisiklet yarışlarında sunuculuk yaptı (İngilizce’de bu işe “master of ceremonies” denir ve çok zarif bir sıfattır), Eurosport
TV’da sunuculuğa başladı. Mesleğinde İngiltere’nin bir numaralı ismi oldu. Onun yayında kullandığı deyimler "Duffieldisms" olarak kayıtlara geçmiştir. Yarış sonlarında heyecanımı tavana vurduran “Riding in the gutter”
ve “Hanging on for grim death” klişelerine hala gülümserim.
D. Duffield trisiklet üstünde |
Ertesi sabah yarış podyumunda buluştuk. Oldukça gergindim ama belli etmemeye çalışıyordum. David, uzun boyu, kenarları beyaz işli lacivert
ceketi ve hasır şapkasıyla uzaktan bile belli oluyordu. Özel biri olduğu ve farklı bir iş yapacağı belliydi. Ben ise kot pantalon ve organizasyonun standart
gömleğini giymiştim, herhangi bir görevliden farkım yoktu. Yarışın başlamasına
bir süre kala bana "Hazır mısın?” dedi. Mikrofona heyecanla sarılmış parmak eklemlerim bembeyazdı. “Evet”
anlamına gelen bir şeyler demiş olmalıyım ki David konuşmaya başladı. Paniği
sesime yansıtmamaya çalışarak onun dediklerini tercüme etmeye başladım. Zaman
geçtikçe heyecanım azaldı. Arada tercümenin dışına çıkıp bir şeyler söylemeye
bile başladım. Sonraki iki saat boyunca -umarım- rezil olmadan yarışı sunduk bitirdik.
Çığırtkanlığı bila ücret yaptığım için organizasyon hafta
içi diğer etaplara da gelmemi istemeye utanmıştı. Daha doğrusu utanmadı ama
ben işten izin alamayacağımı söyleyip reddedince ısrar edemedi. Ertesi
cumartesi sabah ilk uçakla Antalya etabında tekrar kafileye dahil olduk.
Yarışın son etabı Antalya-Alanya arasındaydı ve finişte Cumhurbaşkanı Abdullah
Gül de gelip ödül törenine katılacaktı. Antalya’da etap önü sunumunu yaptıktan
sonra David’in arabasıyla yola çıktık. Alanya’ya gidene kadar yarışın gidişatını ve gelecek yıllarda nasıl daha iyi olacağıyla ilgili düşüncelerini anlattı. Hiç
unutmadığım şey, parkurun kuzeyden güneye değil güneyden kuzeye gitmesini
önermesiydi. Nedenini sorduğumda güneşin açısı
nedeniyle TV çekimlerinin çok daha iyi olacağını söylemişti. Vay anasını!!
Sonraki yıllarda, TUR organizasyonu, gerçekten de yarışın yönünü güneyden
kuzeye doğru çevirdiler. Duffield’in bu tavsiyesi cuk oturmuştu.
David Duffield'i tanıtırken (Resim: Deniz Akgürgen - mtbtr.com) |
Alanya’daki son etapta inanılmaz bir kaos vardı.
Cumhurbaşkanlığı'nın korumaları, özel kalemi, merasim ekipleri ortalıkta esip
köpürüyor, telaştan bayılacak haldeki federasyon yetkilileri habire podyum
programını değiştiriyorlardı. Biz 5 dakikada bir değişen programdan yılmıştık,
artık David’e değişiklikleri tercüme bile etmiyordum. O podyumun arkasına
sotaladığı votkalı birasını içiyor, olanca görmüş geçirmişliği ve İngiliz
soğukkanlılığıyla Türk kaosunu seyrederek demleniyordu. Türkçe bilmemesi de bu
rahatlıkta etkendi tabii. Yarı delirmiş haldeki bir federasyon yetkilisi bana gelip A. Gül’ün
konuşmasını İngilizce’ye çevirmemi söylüyordu örneğin. Sonunda kaostan bir düzen çıktı, David ve ben yarışın son 15 km’sini halka sunduk, bitirdik. Ardından podyumu terkettik, Cumhurbaşkanı’nın kendi çığırtkanı, yanık ve hamasi sesiyle geri kalan kısmı üstlendi (sanırım o sunucu sonra
milletvekili oldu ve elbette Cumhurbaşkanı'nın konuşmasını tercüme etmedim).
Master of Ceremonies ve çömezi... (Resim: Deniz Akgürgen - mtbtr.com) |
Yarış bitti, David’le vedalaştık, ben İstanbul’a, o İngiltere’ye döndü. Ara ara sesini TV’de dinledim ama bir daha görmedim.
Uzun yıllardır Eurosport International’da da duymuyordum. Dün akşam halefi
Carlton Kirby twitter’da David’in düştüğünü ve aldığı yaralar sonucu öldüğünü
yazdı. Ölüme, özellikle sevdiklerimin ölümlerine alışığım. Babamı,
arkadaşlarımı, ailemden birçok kişiyi yolcu ettim. Çok tabut taşıdım, mezara
çok mefta yerleştirdim. Yine de David’in vefatı beni çok sarstı. Elimdem tutup podyuma
çıkaran, bana yeni bir kapı açan o tatlı, kalender, zeki, komik beyefendinin gidişi
içimi yaraladı. Onun en sevdiğim sözünü ona uyarlamama izin verin:
“Don’t hang anymore for grim death David. Let it go!!!"