Bisiklet denince, matruşka bebekleri gibi, açıldıkça içinden
farklı şeyler çıkan, işe yarayan bir “araç” olmanın çok ötesinde, bir kavramlar
kümesi aklıma geliyor. Silsilenin en başında karne hediyesi olarak başlayan
bisiklet, diğer uçta çevresel bilincin sembolüne dönüşür. Bu iki uç arasındaysa,
spor olarak yapıldığında, insana dair her
türlü güzellik ve çirkinliği bir arada barındıran, oturup tefekküre dalınca, yaşama
dair –kimisi uçuk kaçık- çıkarsamalara bile varmayı sağlayan bir değerler
zinciri bulunur. İki tekerlek, bir sele, gidon ve bir çekiş sistemiyle bu kadar
geniş bir tayfa ulaşmak başka araçlar için pek mümkün değildir. Reklamcıların
her tür çabasına rağmen, buzdolabı tek bir işe yarar. Çamaşır makinesinin dönen
tamburuna bakarak felsefi açılımlara varmak için bayağı bir promil gerekir.
Otomobil bile, “bir yaşam biçimi” diye pompalanan 888 değişik modele karşın, sonuçta
insanı bir yerden bir yere götürür, o kadar.
Çeşitlilik konusunda bisikletle yarışan tek araç “sanat eseri”dir.
Sadece bir kitap/resim/müzik/heykel insana asıl amacından farklı şeyler
hissettirir, başka mahallere, farklı ruh hallerine götürür. Ama sanat eserinin
yaratıcısı bir başkasıdır. Elbette bisikleti de yapan biri vardır ama “bisiklete
binme hali”nin tek sorumlusu insanın kendisidir.
Bisiklet de bir sanat eseri olarak görülebilir |
Bisikletin bu kadar katmanlı hale gelmesindeki en önemli
neden, insan gücüyle çalışmasıdır. Yürüme hızının çok daha üstüne bisikletle
çıkarken zaman ve mekan algısı değişir. Saatte 40 kilometre hızla yokuştan
inerken, manzara, rüzgar ve sesler alışılanın çok dışındadır. Arabayla bir
dakikada çıkılan herhangi bir yokuş, bisiklet üstünde, kendi ağırlığını oflaya
poflaya yukarı taşırken, farklı bir şeye dönüşür. O yokuş bazen ulaşılması
gereken bir amaç, bazen savaşılan bir düşman, formsuz bir günde ise lanetli bir
şeytan olur.
İşin güzel tarafı, bu farklı duygulara ulaşmak için
bisiklete binmek de gerekmez. Televizyonu açıp bir bisiklet yarışının karşısına
geçince de –biraz empati yardımıyla- değişik boyutlara gidip gelmek mümkündür.
Konuya “Yahu saatlerce pedal çeviren adamları seyretmekten ne zevk alıyorsun?”
diye giren çok insan, çekimlerin güzelliğini gördükten, yarışın inceliklerini
öğrendikten sonra, yaz sıcağında TV başında 3 hafta Fransa Turu’nu seyreden yarı
asosyal birine dönüşebilir.
Bisiklet yarışının incelikleri dedik ama aslında tüm yol
bisikleti yarışlarında ilk ve en önemli şey, hayatın da en önemli parçasıdır:
Hava. Daha doğrusu bisiklet sporunda buna “hava direnci” diyoruz. Tüm yarış
taktiklerinin temelinde hava direncini yenmek, bunu da en az yorularak yapmak
vardır. Sporcular kuşları taklit edercesine grup halinde giderler. Büyük bir
grubun ortasında giden yarışçı, tek başına harcayacağından daha az enerji tüketir
(%40’a kadar). Böyle bir avantaj söz konusu olunca, haliyle tüm yarışçılar bunu
kullanmak ister. İşte zurnanın zırt dediği, bisikletin diğer sporlardan
ayrıldığı yer de burasıdır: Bisikletçi rakiple işbirliği yapar.
Televizyonda görürsünüz. Farklı takımlardan 5-10 bisikletçi
küçük bir grup olarak önde yol alırlar. Grubun önündeki kişi sürekli değişir.
Öndeki sporcu bir süre rüzgarı göğüsledikten sonra (ya da usulünce söylemek
gerekirse “grubu çektikten” sonra), biraz nefeslenmek üzere arkaya geçer,
yerini bir rakibi alır. Biraz sonra, o da kayarak arkaya geçip sırayı bir
diğerine bırakır (bunun da tabiri “yatmaktır”). Bu küçük grup belki de yarış
sonunda zafer için kıyasıya bir mücadeleye girecektir ama, önceki 100 küsur
kilometre boyunca birbirine yardım eder, gerekirse su ve yiyecek paylaşır. Tüm
sporlar içinde, insanı bisiklet sporuna aşık edecek ilk şey işte bu ikilemdir.
Bu imeceyi izlerken, sporu bırakıp, insanlık, dayanışma, işbirliği, ortak bir
amaç için fedakarlık gibi, bisiklet dışındaki bir çok kavram da billurlaşmaya
başlar. Zaten bunlar olmasa, saatlerce pedal çeviren adamları seyretmekten ne
zevk alınır ki?
Dopingin son otuz yıldır çok kirlettiği bu spor, yine de
başka güzellikleriyle o kiri pası biraz kapatıyor bence. Mesela pelotonun saygı
gören bir yarışçısının kasabasından geçen bir etapta, o sporcunun öne atak
yapıp ailesi ve dostlarını selamlamasına, kasabalı tarafından alkışlanmasına
izin verilir. Bu çok zarif bir jesttir (elbette atak yapan sporcu tekrar gruba
döner, bir kez ihanet ederse de bu unutulmaz, bütün kariyeri boyunca bu leke peşini
bırakmaz). Ya da bir başka örnek: tuvalet molasında ve beslenme noktasında atak
yapılmaz. Bu da zaman içinde, grubun ortak çıkarı için gelişmiş ve çok nadir
ihlal edilen bir başka kuraldır (ve yazılı bir kaide değildir). Çünkü bir kez
bu kural işlemez hale gelirse, kimsenin yarış içinde huzurla iki lokma atacağı
yada mesanesini boşaltacağı bir fırsat doğmayacak demektir. Yılda 80-90 gün
yarışan insanlar için, takdir etmek gerekir ki, bu büyük bir sıkıntıdır.
Elbette her şey bu kadar romantik ve erdemli değil. Dünyanın
en ağır sporlarından biri olduğu kabul edilen bisiklet, dopingle iç içe geçmiş
durumda. Sporcular her şeyi bilmelerine karşın, “Omerta”ya uyup on yıllarca
susmuş, suça ortak olmuşlardır. Geçmiş büyük şampiyonların hemen hepsinin
sahtekar ve yalancı olduklarının ortaya çıktığı bir spordan bahsediyoruz. Ama
şampiyon olmak için değil, o yarışı son sırada da olsa bitirebilmek için doping
yapanlar olduğunu bilince, belki öfke biraz yumuşar. Ama belki de yumuşamaz,
hayata nasıl yaklaştığımızla çok ilgilidir bu. Böylesi ikircikli konuları,
sabahın erken bir saatinde, ağaçlıklı sessiz bir yolda, bisiklet üstünde
düşünmek çok güzel olur.
(...)
bu kadar güzel bir yazı için sizi candan kutluyorum, kaleminize sağlık ... yazının içinde kendimizi bulacağımız birçok paragraf var, mesela “Yahu saatlerce pedal çeviren adamları seyretmekten ne zevk alıyorsun?" sorusu bizim evde de soruldu, ama artık soran yok uğraşmıyorlar bu asosyal adamla, fakat gizli gizli arka plandan fransız kırsallarının güzelliğine bakıp iç geçirenler de yok değil, biraz laflayınca hemen kulak kabartır oldular bir de bu yazınızı okutursam ajitasyon tam olacak, işte böyle ... pisiklet pisikletçinin kafasını çalıştırıyor demek ki ... sevgiler ...
YanıtlaSil