Bisikletle yokuş çıkmaktan nefret ederim… Kalbimin her an duracağından tedirgin, daha sık ve derin nefes alamadığım için çaresiz, bacaklarımdaki laktik asidin acısıyla ızdırap dolu... Pedalları mümkün olan en ekonomik şekilde çevirmeye çalışırken, nabzım 190’ı geçmesin diye içimdeki makineye ve topografyaya sürekli yalvarırım. Harcadığım çabayla gidonun etrafında kasılan parmaklarımı gevşetmek için yolladığım bilinçli mesajlar nefes alma ritmimi bozar. Nefesime yeniden yoğunlaşırsam parmaklarım panik moduna geri döner. Akut pişmanlık hissi ve doğuştan sporcu olmayışın öfkesiyle içim acır. Boğazımda bir metalik tat, karnımda baskı, her pişmanlığıma eşlik eden “acil mucize ihtiyacı” çarpa çarpa dolaşırlar içimde.
Önce bu lanet yokuşa saptığım için pişman olurum. Sonra, yokuşu 160 nabızla çıkmamı engelleyen Akdeniz anemisi için genlerimden, 30 yıllık sigara tiryakiliğimden, daha sık antrenman yapmamış olmaktan. Ardından öfke gelir. Ana babama (anemi), yatılı okula (sigara), aile müessesesine (az antrenman), iş hayatına (içki ve sigara), iradesizliğime... Yokuşun sonu görünüyorsa umudu (oh bitecek!) ve umutsuzluğu (dayanmam mümkün değil!) bir arada duyumsamanın tuhaf ikiliği, paniği… Zırt pırt ortaya çıkan gururumun “Sakın durup da beni rezil etme!!!” ikazına bir boyun eğip, bir aldırmamak… Ama durmamak, gerçekten ölmek üzere olduğuma ikna olup korkmadan durmamak. Gurur, ölüm ihtimali belirene kadar sürdürür hükmünü, sonra geri çekilir. İniş başlayana kadar…
Gerçek bisikletçiler yokuşta
Ben “bisikletçi” değilim. Bir bisikletli sayılabilirim belki. Birkaç tane bisikletim var ve arada sırada onlara biniyorum. Mümkün olduğunca yokuşsuz parkurları seçiyorum. Tutkum bisiklet yarışları… Ama yaşamımda çıplak gözle seyrettiğim yarış sayısı daha iki elin parmaklarını geçmedi. TdF2007, De Ronde2008, ToT2008-9-11, Milano-Sanremo2011, Amstel Gold2011 ve Vuelta 2011.
De Ronde’de Kapelmuur, Amstel Gold’da da Cauberg’de yarış seyrettim. Bunlar meşhur yokuşlar. Ama tek günlük yarış kavramı içindeki 1-1.5 km’lik kısa çıkışlar. Uzun, baba bir yokuşu bugün ilk kez göreceğim. Elbette Urkiola bir L’Alpe d’Huez, bir El Angliru değil ama ağır ağır çıkacağız bu merdivenlerden. Bugün Urkiola, yarın Galibier inşallah.
Arabadaki navigatöre Urkiola’ya en yakın yerleşim yeri Manaria’yı girip yola çıkıyoruz. Bilbao-San Sebastian otoyolunda biraz gidip çıkışı alıyoruz, o andan sonra navigatöre de gerek kalmıyor. Bisikletlileri izlemek yeterli. Her yaş, cins ve kiloda Basklı aynı yöne doğru pedal çeviriyorlar. Arabaların iki şeritli, çift yönlü yolda bisikletlileri sollarken gösterdikleri dikkat ve özen ülkedeki bisiklet kültürünün bir göstergesi. Bir süre devam ettikten sonra solda “Urkiola” sapağıyla beraber yokuş başlıyor. Saat daha erken ama arabalar, motorlar ve bisikletliler hep aynı yere sapıyoruz. Döne döne tırmanıyoruz. Asfaltın yeni döküldüğü belli, simsiyah ve pürüzsüz. Deniz her uygun yerde “Yukarıda ya yer bulamazsak?!” diye endişelenip park etmemizi istiyor ama 6 km’lik yokuşu yürüyerek tırmanmaya hiç niyetim yok. Ama sonunda ben de pes ediyorum ve uygun olduğunu düşündüğümüz bir yere, arabanın burnu yokuş aşağı gelecek şekilde park ediyoruz. Hesapta peloton önümüzden geçer geçmez Vitoria’ya gazlayıp finişi seyredeceğiz.
Klasik fotoğraf ritüelinden sonra (2 paragraf aşağıya bakınız), bulunduğumuz yerin pek de cazip bir nokta olmadığına karar verip yokuş yukarı yürümeye başlıyoruz. Aslında istediğimiz yokuşun hepsini görmek. Yukarıdaki insanları merak ediyoruz. Bu yürüyüş zirveye kadar sürüyor. Her 10 saniyede bir, tekli ya da grup halinde bisikletliler Urkiola’yı fethetmenin hesabıyla yanımızdan geçiyor. Bazısı çok acı çekiyor, arada durup dinleniyor. Yol ve dağ bisikletleri bir arada ama herkes bisiklet mayolu ve pedli şort giymiş. Kimse kilosundan dolayı kompleksli değil. Yaklaşık 110 kg’lık bir genç, arkadaşlarının yanında oflaya puflaya tırmanıyor. Onu da görünce ilk defa bir yokuşta “Ulan ben de çıkardım” duygusu geliyor içime. Dura dura çıkmak kesin mümkün gözüküyor ama emin değilim. Yaklaşık 30 dakika o eforu gösterebilir miyim acaba?
Yukarı doğru yürürken, rublesi küçücük (muhtemelen 11-23) bir adamla aynı tempoda çıkıyoruz. O ileride durup dinleniyor, biz ona yetişip yolumuza devam ettikten bir süre sonra yine yavaş yavaş gelip yakalıyor. Ama zirveye ondan önce varıyoruz. Sonunda empatim galip geliyor, adama “Hocam kaset küçük, zorlanman normaldir” gibilerden bir laf ediyorum, sevinçle onaylıyor beni… Kimi bisikletli ise formda olduğunu gözümüze soka soka rahatça tırmanıyor yokuşu. Rahat çıkanlar incecik. Kilolu olup da kolay tırmanabilen elbette yok. Yerçekimi mucizeye izin vermez. Babasının bisikletine halatla bağlı olarak yokuşa sardırmış 8-9 yaşında bir çocuğa Deniz “Bravo!” diye bağırıyor. Babanın cevabı galiba Baskça ama ne dediğini hemen anlıyoruz: “Ona değil bana “Bravo!” diyeceksin hanım! Çocuğu çeken benim!!”
Zirveye ulaşana kadar kısa bir su molası ve mutat fotoğraf çekimleri hariç durmuyoruz. Yabancı birine resim çekmesini rica etmekten hiç hoşlanmam. Deniz bu konuda çok rahattır fakat benim sevmediğimi ve sıkça arıza çıkardığımı bildiğinden zaman içinde bir taktik geliştirdi: Beni uygun bulduğu bir yere dikiyor, kadraj ayarı bahanesiyle bekleyip sağdan soldan geçen “uygun” birini gözüne kestiriyor. Adam yaklaşırken şipşak bir pozumu çekip, itirazıma fırsat vermeden adamdan ricacı oluyor (bir kişi de terslesin şu kadını be!!). Pozu tarif edip yanıma koşturuyor ve beraber resmimiz oluyor. Elbette numarasını yemiyorum fakat bir kadının iradesi karşısında kim durabilir ki? Her ortak resmimiz öncesinde aynı yerde bir single resmim var. Asıl rezalet ise resmi çeken adamın bir iyilik meleğine dönüşerek “Gel bak olmuş mu yenge? Olmamışsa bir daha çekeyim” moduna girişi olur. Karım gider, pozu kontrol eder ve beğenmezse resmen bir daha çektirir. Bir keresinde kadrajı tutturamayan bir beceriksize üç kere poz vermiştik, sonunda sayın eşim bile dayanamayıp adamı kovalamıştı.
<= Kurban yerini alır ve hedefe ulaşılır=>
Zirveye yaklaştıkça insanlar yolu neredeyse kaplamışlar. Polis sayesinde bir şerit açık duruyor. Hafif çakır keyif de olduklarını tahmin ettiğim gençler hala gelen bisikletlilere tezahürat yapıyorlar. İnsanların ellerinde Bask bayrakları ve posterler var. Yerlere “Burası İspanya değil” yazıları her dilden boyanmış. Gerçekten de Bask bölgesinde geçirdiğimiz bir hafta boyunca İspanya bayrağını hiç görmedik. Her yerde sadece Ikurrina ve turuncu renk vardı. Basklı siyasal tutukluların Bask bölgesi dışındaki hapishanelerde tutulmalarını protesto eden posterler var.
Zaman yaklaştıkça polisler daha bir aksileşiyorlar yola çıkmamamız için. Deniz punduna getirip karşı tarafa, bariyerlerin arkasına geçiyor. Amacı elbette daha yakından resim çekebilmek. Ama 3 tane zıpır da onu takip ediyor. Ikurrina sallayan adamlar resimlerini bozacaklar diye neşesi kaçıyor karımın. O bayrağı yok etmek için General Franco’nun yöntemlerine tevessül etmesi işten değil. Ama o da yumuşadı artık, bu defa susuyor (Fransa Turu'nda son etabı izlerken, yerine göz diken üç küçük çocuğu direk iteklemiş birinden söz ediyoruz).
Sonra organizasyonun kırmızı arabaları, motorlar, basın fotoğrafçıları, ambülans, yine arabalar ve motosikletler derken helikopter de tepemize gelip yerleşiyor. Son bir motor da geçince bir sessizlik çöküyor etrafa. Beklentinin büyüklüğü sessizlikte somutlaşıyor… 20-30 kişilik bir kaçış grubu olduğunu biliyorum. Aralarından birisinin atak yapması kaçınılmaz. Alt virajda bekleyenlerin debelenmeleri ve bağırışlarından gelmekte olduklarını anlıyorum. Haykırışlar Meksika dalgası gibi bana doğru yaklaşırken, gölgelerin içinden bir Rabobank forması, minyon bir tip fark ediyorum. Deniz’in olduğu taraftaki bariyerlerin dibinden çıkıyor… Sabah o kadar bisikletçiyi tanıyamamış olmamın utancını azaltmıyor belki ama bunu hemen tanıyorum… Carlos Barrrrrrredoooo!!!
Carlos Barredo Barredo’nun biraz arkasından kaçış grubunun arta kalanları geliyorlar. Ana grubun geçmesine daha var. Her seyrettiğim yarıştaki “Bu muydu yani?” duygusu gelip çörekleniyor yine. Geçeceğini biliyorum ama boş bir iş yapmakta olduğumu kemiklerime kadar hissediyorum. TV başında keyifle yarış seyretmek yerine, dağ başında, sıcaktan terlemiş, aç ve susuz üç saat Vuelta’yı neden beklediğime bir cevap bulamıyorum. En sevdiğim bisikletçilerden Carlos Barredo’yu görmek güzeldi ama.... sonra? 2-3 dakika sonra aşağıdan ana grup gözükür gözükmez metamorfoza uğruyorum. 50’den fazla bisikletçinin yola yayılmış halde gelmeleri tüylerimi diken diken ediyor, çok duygulanıyorum. Bas bas bağırmaya başlıyorum, tanıdığım, tanımadığım, yakınımdan geçen her sporcuyu motive etmek için yırtınıyorum. Onlar muhtemelen 6 km’dir herkes onlara bağırdığından bayılmışlardır ama haliyle bunu akıl edemeyecek kadar heyecanlıyım.Gruptan sonra geride kalanlar teker teker geliyorlar. Bask seyirciler hemen onları iterek 10-15 mt de olsa rahatlatıyorlar. Yarışçıların hiçbiri itiraz etmiyor, hatta belki seviniyorlar bile ama yardım elini farkettiklerine dair en ufak işaret vermiyorlar. Biraz sonra her şey bitiyor, yarışın son aracı “camion-balai” de geçiyor. Birkaç dakika sonra aşağı, arabaya doğru yürümeye başlıyoruz ama bu işlerdeki acemiliğimiz tekrar ortaya çıkıyor. Seyircilerin çoğu, arabalarına atlayıp yarış kafilesinin arkasına takılıyorlar. Böylece Vitoria’daki finişe zamanında gidebilecekler. Bizim arabamızsa 4 km aşağıda. Yorgunluktan bitmiş halde arabaya varmamız 1 saat sürüyor. Vitoria’ya gidiyoruz ama yarış çoktan bitmiş. Finişe geldiğimzde bariyerler toplanıyordu. Mia dükkanı kapatmış Madrid’e yola çıkmaya hazırlanırken günün son satışını bana yapıyor: Philippe Gilbert’in Belçika şampiyonu mayosu...Yol bisikleti yarışı seyretmek, bu uğurda saatler harcamak, yorulmak, terlemek doğrusu meşakkatli bir iş. Evimin önünden geçen ToT da bile 2 saat ayakta durunca yorulmuştum. Bizim memleketin “sporu ve sporcuyu sevdirmemek” üstüne kurulu eğitim, sosyal ve medya düzeni, ne kadar spor manyağı da olsam içime işlemiş. Ta ayağımın dibine kadar gelen Dünya Basketbol Şampiyonası, Şampiyonlar Ligi finali, Formula 1 ve Moto GP yarışlarına hemen hiç ilgi göstermedim. Hadi itiraf edeyim, 4 ToT’un ikisinde kıçımı kıpırdatıp Sultanahmet’e dahi gitmedim. Halbuki sporu ve sporcuyu takdir ettiğini göstermenin en anlamlı yolu gidip onları seyretmek olmalı. Olağanüstü işler yapan adamları televizyon camı yerine kanlı canlı görmenin etkisi çok başka. Urkiola yokuşunu oflaya puflaya yürürken, 3.500 km’dir yarışan insanların burayı 20 km/h hızla çıkacaklarına aymak bir başka oluyor. Elbette bisikletçilere saygılarımı sunmaya gitmedim Bask Ülkesi’ne. İlk bisiklet yarışını 4 yıl önce seyretmiştim. Her anı aklımda. O gün hissettiklerim hala içimde yankılanıyor, Rue Rivoli dendiğinde yüzüme gülümseme yayılıyor. Karımla turizm, ayyaşlık ve yarışı bir araya getiren gezilerimize bayılıyorum, mutad seyahat kavgalarımız bile canımı sıkmıyor fazla. Sevgili arkadaşım Pier’le seyrettiğimiz Milano-Sanremo’da 2 gün sadece yarış, taktik ve bisiklet (ve futbol ve karılarımız ve diğerleri) konuşmanın ruhumu nasıl dinlendirdiğini unutmuyorum.Vuelta’nın pazarlama minibüsünden aldığım ıvır zıvırın içinde 4 tane Livestrong özentisi bileklik var. Genelde kırmızıyı takıyorum. “Anılar konacak dal arar” demiş şair. Vuelta hep bileğimde...